24 Haziran 2009 Çarşamba

Özgürlük Kulesi

Galata Kulesi’ne takılıyor gözlerim. Boğaz’ın yeşil-mavi suları ışıl ışıl parıldarken güneşin altında, hipnotize olmuş gibi çekiliyor benliğim kuleye. Keşke lego olsalardı, diye bir düşünce geçiyor aklımdan; heybetin etrafına yılışık dalkavuklar gibi doluşmuş, kuru bina kalabalığına bakarken, o zaman bir çırpıda söker atardım bu pislikleri yerlerinden… Kulenin duvarlarına, çatısına bakıyorum. Dokunmak geçiyor içimden. Havada süzülüvermek, kulenin yanına gitmek ve ellerimle onu hissetmek için dayanılmaz bir istek duyuyorum. Sanki dokunursam, asırların öyküsü geçecek tenimden zihnime. Sanki kuleyi yapan işçilerin ter kokusunu duyacağım, halkın sesini işiteceğim, kanlı savaşları izleyeceğim, aşıkları göreceğim… Kim bilir, Hazerfen’in yanında uçarım Üsküdar’a…

Kanatlar altındaki Istanbul’dan Cenevizliler’e dönüyor zihnim. Zamanın gerisine duyduğum merak titretiyor içimi. Çılgınca bir arzu ve çaresizlik kapışıyor içimde. Bunu anlatabileceğim bir tek kişi var. Beni aptal bir romantik, hayalperest, aylak dünyaya nereden düştüğü belli olmayan bir yaratık ya da akıl hastası olmakla suçlamayacak bir kişi…

Buruk gözlerim, vapurdaki herkese göre boş, bana göre sevgilimle dolu olan sağ yanıma dönüyor. Onu görüyorum açık seçik. Anlayışlı bakışlarıyla buluşuyorum. İçimdeki çocuk ona soruyor; neden daha uzağa gidemiyorum? “Kendine izin ver bebeğim,” diye yanıtlıyor o ruhumu yatıştıran dingin sesiyle, “özgürlüğünün farkında değilsin henüz. Kendini kapattığın sınırların çok ötesine uzanıyor senin krallığının toprakları. Sarayını çevreleyen korku duvarları şu anda görmeni engelliyor.”

Bakışlarını denize çeviriyor sevgilim. Minicik dalgaların üzerinde hoplayıp sıçrayan güneş topları onun da zihnini çeliyor. O sessiz ve sırlarla dolu gülümsemesi yerleşiyor dudaklarına. Ağzının kenarında parlayan minicik sarı kıllar başımı döndürüyor. Yüreğimin hızla atışı, çılgın bir müziğin ritmine kaptırıyor bedenimi. Uzanıp öpmek geliyor içimden. Ama duruyorum, söyleyecekleri bitmedi.

Düzgün parmağının havaya kalkışını izliyorum. Ufuk çizgisini gösteriyor bana. “Birlikte gideceğiz,” diyor, “seni istediğin kadar uzağa götüreceğim. Bugüne kadar hapis hayatı yaşadığını göstereceğim sana. Dünyadaki tanımaya en değer insanla, kendinle buluşturacağım seni. Korkmayacaksın. Keşfedeceksin. Anlayacaksın. Özgürlüğünü alacaksın ellerine. Ve…”

Söylediklerinin büyüsüne bırakıyorum kendimi. Nasıl, niye soruları uzaklarda kıvranadururken ben, ağzından dökülenlerin her bir kelimesinin doğru olduğunu duyumsuyorum. Anın şefkatli ve güvenli dokusunu bozmaktan korkarak kıpırdamaya bile çekiniyorum. Ve’nin ardından gelecekleri merak ediyor ama sessiz ve kıpırtısız bekliyorum.

“Ve sen de beni götüreceksin,” diyor. “ Senin zihninden açılacağım dünyaya; sen benim eşsiz teknem olacaksın. Rüzgar durup da yelkenlerin çaresiz kalırsa, ben küreklere asılacağım. Azgın dalgaları yararak ilerlemekten yorulursan, seni en güvenli kıyılara çekeceğim kendi ellerimle. Hep temiz ve bakımlı olacaksın benimle. Hep ışıl ışıl, hep yepyeni. Çünkü sen beni okyanusların ötesine götüreceksin. Çünkü sen de beni, benimle buluşturacaksın”
**
Ah Tanrım… Bu yaşadığım ne? Bir tür duygusal kaosun içinde saçmalıyor muyum? Onu şiddetle duyumsuyorum. Zihnimde konuştuğunu hissediyorum. Bana sesleniyor. Bana anlatıyor. Beni dinliyor. Bana sarılıyor. Ve ben… Onu öpüyorum. Yaşamım buna bağlıymış gibi… Onun dudaklarından dökülen hayat pınarını kana kana içiyorum. Nefes bile almadan.
**
Tanrı’nın aynasına bakıyorum sanki. Kapıdan girişi… Özlem dolu ama temkinli adımları, sevgiyle parlayan soran gözleri, ürkek ama sıcak sarılışı… Ne kadar benim gibi, benden… Bu yüzden korkmuyorum ondan. Ve bu yüzden korkuyorum ondan. En az benim kadar sevgi dolu, çocuksu, duygu yüklü, şefkatli, güçlü, meraklı, aç, savaşçı, acımasız, üreten, yaşatan ve yok eden olduğunu görüyorum.

Tanrı’nın atölyesine bakıyorum sanki. Karşımda uhrevi bir tezgah, ne kadar sivri, geçimsiz kıvrım varsa benliğimde, törpüleyip yumuşatacağım bir işlik… Onun kırgınlığı keski, onun öfkesi balyoz, onun üzüntüsü mengene, onun aşkı ateş, onun sevgisi su… Çelikten ruhum şekilleniyor yeniden…
**
Vapur yanaşıyor. Uhrevi mesajın son sözcükleri martıların kanatlarında süzülüp gidiyor engin maviliğe. Bilge bir çığlık yankılanıyor: Sevmek özgürlüktür. Devasa beyaz kanatlar yanımdan süzülüp gidiyorlar. İskelede bekleyen avcı taksilerin birinden şakırdıyor o tanıdık melodi: “Hoş geldin melek. Sefalar getirdin”. Güneş parlıyor. İnsanlar bir yerlere yetişme telaşında, sürükleniyor hızlı adımlarının peşi sıra. Ve ben sakinim. Ruhum dingin ve huzurlu. Sevgilime ulaşmaya çalışmıyor adımlarım. O zaten yanımda. Ve onun içime serptiği tohumların meyveleri; yeni doğan güven ve sıcaklık ikizleri kıpırdanıyorlar. Denize bakıyorum. Karşı kıyıda, kule ağırbaşlı bir ihtişamla selam yolluyor asırların ötesinden. Sevgiyle kırpıştırıyorum gözlerimi. Rüzgar saçlarımı okşayıp geçiyor.

HÜR’ce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder