24 Haziran 2009 Çarşamba

Başarır mıyım, bilemiyorum...

Başarıp başaramayacağımdan emin değilim. Bugüne kadar öyle ya da böyle, bir şekilde yol katetmiştim. Daha doğrusu katetmişim.

Günlerdir düşünüyorum: “Bu işe başlamak için geç kalmış sayılmaz mısın” diye sormuştu pattadanak ilk ortağım. Mağrurdum, istekliydim, burnum düşse, dönüp yerden almayacak kadar gururluydum. “Hiçbir şey için geç değildir”, dedim kısaca. Yıllarca da sürdü bu kendinden emin tavrım. Attığım her adımda bir basamak tırmanmış buldum kendimi. Kalemim kuvvetliydi. Fikirlerim parlaktı. Sorumluluklarım arttıkça coşku ve heyecanım da büyüdü. Kendi iç dünyamda kusursuz bir çark oluştu. İş hayatım, yol gösterici bir yıldız oluvermişti.

Büyük hayallerim ya da hırslarım olmuş muydu? Sanmıyorum. Başarılı olmak istiyordum. Herkes tarafından takdir edilmek, iyi para kazanmak ve sakin, sessiz hayatimi sürdürmek. Canim istediğinde arzu ettiğim kitabı, CD’yi alabilmek… Gezebilmek… İlk buzdolabı aldığımda duyduğum sevinci halen unutamam. Yaşadığım yer sanki o buzdolabi girmeden önce ev değildi. İçine, demiştim, iki tencere yemek de koydum mu, gerçek bir anne evi olacak.

Böyle küçük mutluluklarla oyalanıyordum ben. Keyfim yerindeydi. İşimi seviyordum. İşim beni seviyordu. Bir erkeği seviyordum. Bir erkek beni seviyordu. Kedimi seviyordum. Kedim beni seviyordu. Arkadaşlarımı seviyordum. Arkadaşlarım beni seviyordu.

Sonra ilk büyük tokat geldi. Her şeyin topyekun rayında gitmeyeceğini gösteriyordu hayat bana. Kıçımda 42 numara postal iziyle kalakalmıştım. Ardından çocukluk arkadaşım veda etti bana. Yetmemişti; dostum dediğim insan kendi elleriyle hazırladığı dev bir kazığı sıcak sıcak yediriverdi. Kedim öldü. Kendimi güvende saydığım iş yerimde sorunlar çıkmaya başladı. İnsanlar gibi iş yerlerinin de bir çıkışı ve ardından bir de inişi varmış. Varmış işte!

Dünyamın böylesine tepetaklak dönüvermesi garip bir sarhoşluk hali yaratıyordu. Başım dönüyordu. Ve sanırım her yanım ağrımaktaydı. Başta da kalbim. Sanki ruhum iki dünya arasında sıkışıp kalmıştı ve ben komada, bitkisel hayattaydım. Yaşam akıp gidiyordu. İçimde heyecan yoktu. Neşe, sevinç terkedip gitmişti beni. Dev bir su tankının içinde boylu boyunca yatmıştım, ölmeyi dileyerek salınıyordum suyla beraber.

Hayatımı sorgulamaya ilk o zamanlar başladım sanırım. Didinmek neydi? Çabalamak ne işe yarıyordu? Neye, kime göre başarılı sayılıyordum? Ne/neler yaparsam başarılı insan olurdum? Nasıl bir değişim/gelişim geçirirsem insanlar tarafından terkedilmezdim? Ben neresiydim, burası kimdi? Ne zaman “O” olmuştum kendime? İnsanlardan nefret etmeye ne zaman başlamıştım? Gerçek bir kaybeden olarak hayatımın bir geri sayımdan ibaret olduğuna ve ölümün eninde sonunda beni kurtarmaya geleceğine ne zaman inanmaya başlamıştım? Olayların üstüne giden, savaşçı, takipçi, yenilikçi, canlı, enerji dolu “BEN” nereye gitmişti?

4 yıl boyunca kaybettiğim ruhumu aradım durdum. Sabır, dedim. Dişimi sıktım. Dayan, dedim. Dişimi sıktım. Yaşamalısın, dedim. Dişimi sıktım. Her şey yoluna girecek, dedim. Dişimi sıktım. Ve bir gün umut da tükendi. Kabulleniş seslendi: “BEN” sırra kadem basmıştı. Onu kovalamaya gücüm yoktu. Hatta belki istek de duymuyordum. Yitirilenin ardından duyulan çaresiz acı ve hüzne alışık ve belki de bundan zevk alan bünyemle “BEN” için yas tutuyordum. Sonra bıraktım peşini. BENin yerine gelen O ile devam edecektim günleri saymaya. Yolu yarılamıştım nasılsa.

Şimdi? Şaka gibi. BEN kayıp. Bitkisel hayattaki O sahnede. İş yerimde yokmuşum gibi davranılıyor. İçimi en çok acıtan sorumluluğumun olmayışı. Bana güvenilip de yetki verilmemesi. Değerim yok. Hatta görüntüm bile yok. Hayatımın AŞKInı buldum. Evlenmek üzereyim. Dimdik ayakta durmam gereken bir zamandayım. Aşkımı yaşamalı, işimde parlamalı, para kazanmalı, sevdiğimi mutlu etmeliyim. BEN burada olsaydı her şeyi yoluna koyardı, biliyorum. Dişimi sıkmam gerekiyor. Dişimi sıkıyorum. Dişlerim taşımıyor.

Dişçimin koltuğunda yarı uyuşmuş, acı yorgunu otururken ve o beynime saplanan ağrıların nedenini bulmak içi saçını başını yolarken, tam oracıkta…Kaçmak istiyorum. Küçük hayatların arasında gizlenmek. Kimsenin beni tanımadığı, bilmediği sokaklarda kimliksizliğimle gezinmek. İnsanlara bakmak. Yazılar yazmak. “BEN”in anısına. Kedilerle, köpeklerle, “zuzu”larla, taylarla oynamak. Ata binmek. Yunuslarla yüzmek. Serçeleri beslemek. Bir hamakta uzanıp kitap okurken uyuya kalmak ve sevdiğimin üstümü örtmesi. Pencereden yağan karı izlemek. Çimlerin üstünde piknik. Bir kumsalda aşkımla birlikte çıplak ayak yürümek. Sakin bir kafenin müdavimi olmak. Yatak odamdan balıkçıların denize açılmalarını dinlemek. Güzel yemekler yapmak. Güneşi kovalamak… Ve belki yakalamak.

Başarır mıyım, bilemiyorum.

HÜR'ce

1 yorum:

  1. "Arsız ve sınırsız zamanlarımız,şimdiki başarılarımızın yegane anahtarı..Yemeseydik birer birer kıçımıza 42 numaraları biz "biz" olamazdık..."

    Hür'üm,aramızda kalsın bizler çoktaan başardık...
    edn@h

    YanıtlaSil