22 Kasım 2010 Pazartesi

Takıntı

Trafik yoğun; İstanbul’da sıradan bir kış sabahı yani. Trafik ışıkları kendine kendine yeşili ve kırmızıyı sayarken, kimse cengaverlik edip yağmura çıkmıyor. Kutu kadar minibüsün içinde, yaklaşık 20 kişi, kuzu kuzu bekleşiyoruz.

Cam kenarında oturuyor olmaktan memnun, soba önü kedisi gibi kısık gözlerimle etrafı izliyorum. Trafik ışıkları yayalara durmasını söylüyor. Bakışlarım sayaca yapıştı kaldı. 60... 59... 58... Yanımda oturan iki kadının konuşmalarına dalıyorum. Ev sahibinin garipliğini anlatıyor. (Kiminki normal ki?) 43... 42... 41... Ama bu kadınınki gerçekten incelemeye değer bir vaka gibi duruyor. Adam her sabah evden çıkarken kapısını kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyor, tekrar kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyormuş. Adamın bunu kaç kere yaptığını saymaya tahammül eden olmamış ki, elde veri yok. İşin kötü yanı aynı şeyi apartmandan çıkarken de yapıyormuş. Bu yüzden tüm apartman ahalisi, onunla karşılaşmamak için evden çıkış saatini ona göre ayarlamış. Adamın gariplikleri bununla da sınırlı değilmiş. 22... 21... 20... Yaz-kış eldiven takıyor; yerdeki çizgi, yarık, pütürük ne varsa, onlara basmamak için hoplaya zıplaya yürüyormuş. 0... 1... 2... “Gördüğümde tüylerim diken diken oluyor valla.” diye bitiriyor evsahibi Garabet Bey ile ilgili hikâyesini. Yanındaki kadın ise daha merhametli çıkıyor ve “Ay yazık beee” diyerek konunun üstüne merhem sürüyor.

Minibüs yoğun trafikte ayak ayak ilerlemeye çalışırken vicdanım onun mırıldayan sesine kulak kabartıyor. Kendime bir göz atıyorum. Sabah kapıyı çekip çıktıktan sonrası umurumda değil. Anahtarım, cüzdanım, kimliğim, sağlık sigortası kartım, sağlık bilgilerimin, doktorlarımın ve acil durumlarda aranacakların yazılı olduğu acil durum kartım, telefonum, şarj aletim, kapıcının, temizlikçinin, bakkalın, sucunun, elektrikçinin, tesisatçının, çilingirin, veterinerin telefon numaraları, ıslak ve kuru mendillerim, antibakteriyel jellerim, yara bantlarım, törpüm, mini dikiş setim, el kremim, rujum, ihtiyaten taşıdığım ve içinde ağrı kesici, göz damlası, vitamin, ped bulunan mini ilaç çantam, kitabım, defterim, kalemim, usb belleklerim her daim yanımda nasılsa. Onlar olmadan adım atmam hiçbir yere.

Yok yok... Düşünüyorum da, şükrediyorum halime. Aklım tamamiyle başımda, sağlığım mükemmelen yerinde, elim ayağım tutuyor, işim gücüm var. En önemlisi, elimi kolumu bağlayan takıntılarım yok. 16... 17... 18... A, valla çok şükür. Sağlığım yerinde, elim ayağım tutuyor, aklım başımda, en önemlisi, takıntılarım yok. 19... 20... 21...

Hürrem Görgün
Esprimax Dergisi, Kasım 2010
Histolojik Terennüm

21 Kasım 2010 Pazar

Kirâmen Kâtibîn

Soldaki hafaza sağdakine göz kırpıyor. Sağdaki ona omuz silkiyor. İkisinin de tüm dikkati bende. Yazılacak ya haneme, kalem hazır bekliyor kağıt üstünde. Zihnime kim bilir kimlerce mıhlanmış olan “kime göre-neye göre doğru”ya ulaşma çabasıyla cebelleşiyorum. İçimdeki birbirine saldıran duygular arasında çiçeği burnunda hakim gibi soğuk terler döküyorum. Ne yana baksam, kendince haklı çığlıklar duyuyorum. Kalemi kırasım var ama ne mümkün. Omuzlarımda bir ağırlık, umutsuzca şimşek çakmasını bekliyorum.

Dün, kurumuş yapraklar gibi, onu savuracak rüzgârı bekleyerek salınıyor hafızamın dallarında. Tam, düştü, kurtuldum diyecekken bakıyorum, çıkmadık canın umuduyla yapışıveriyor olduğu yere. Bugün, panayır yeri gibi, uyumsuzca rengârenk, baş döndürecek kadar karmançorman. Yarın, iğne deliğinden süzülmeye çalışan bir ışık huzmesinde alay ediyor benimle; belirsizliğin karanlık koridorlarında, göz gözü görmüyor. İçimdeki sesler susmuyor. Kalemin sabırsız tıkırtısı tedirginlik yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Seçenekler önümde iğne oyası gibi kendine binlerce ilmekte yol açarak yürüyor; benim tek bir adıma cesaretim yok.

Cana geleceğine mala gelsin, denir sonra da mal canın yongasıdır diyerek tükürülen o dev lokma büyük bir yüzsüzlükle yalanıp yutulur. Her seçim bir vazgeçişken, öldürülen körler cenazede badem gözlü oluverir. Hafazalar yetmezmiş gibi bir de “yaptıklarınızın sorumluluğu” Demokles’in kılıcı gibi tepenize yerleşir; beliniz biraz daha bükülür. Madem hiçbir şey tesadüf değil, madem yürüyeceğim yol çizilmiş önceden, neden boza tenceresi inmiyor ensemden?

Şimdi ruhum gibi kafam da karmakarışık. Biraz çocuk, umarsız ve şımarık. Biraz kadın, olgun ve yorgun. Biraz kedi, uyuşuk ve sırnaşık. Biraz kaplan, yaralı ve kavgacı. Hayat böyle fıtık ediyor insanı.

Soldaki hafaza niyetimin farkında; sağdaki duraksayışımın. Soldaki yazdı yazacak gidişimi; sağdaki biliyor kör sadakatimi. Sırra kadem basmak istiyorum; ne iş ne güç umurumda. Ne vatanım var, ne kökümü kucaklayan ocağım. Ne sevdiğim kaldı, ne saydığım. Ne attığım temeller duruyor, ne ellerimle taşlarını dizdiğim binalarım. Tarumar edildi tüm inandıklarım. Beyhude yakalamışım saçlarını baharın. Gülüyorum kendime, yıkılmadım ayaktayım.

Yazın hafazalarım, işte size kararım: Azli vaciptir davalının. Kimse sordu mu bugüne kadar nasıl yaşadım, neye açtım, hangi vaatlere kandım; bundan böyle ben de gözüme gönlüme göre yaşayacağım. Yazın siz, kendi bildiğiniz gibi yazın. Koyun terazinize, her bir nefesimi tartın. İster tembel deyin, ister cevval; ister hain, ister isyankar; ister arsız, ister bahtsız... Ne farkeder gerçekte ne ya da kim olduğum; insanlar neyi görmek istiyorsa oyum, o kadarım. Şuncacık yolum kaldı zaten, bundan sonrasını ben ama kör, ama topal, yine tek başıma aşarım. Kim ne derse desin, ekmeğimi taştan çıkarırım, aşkımı kendim yaratırım, gemileri yakar yenilerini yaparım. A, yettiniz artık, sizinle mi uğraşacağım!

HÜR’ce