29 Haziran 2009 Pazartesi

İçiyorsam sebebi var...

Yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma, demişlerdi. Nezaketten asla ödün verme, diye öğütlemişlerdi. İnsan insana her zaman muhtaçtır, diye uyarmışlardı. Sev beni seveyim seni, diye kulaklarımıza küpe takmışlardı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin kolayca feragate dönüştüğünü anladığında fren yapamayacak noktaya gelmiş oluyor. İçi hayır, diye çığlıklar atarken ağzı uysalca peki, deyiveriyor. Ortam gerilmesin, aramız bozulmasın, o üzülmesin, bu kırılmasın, aman benden olmasınlarla örülmüş bir hücrede buluyor kendini. Ayıplarlar, kızarlar, gülerler, alay ederler... Başarısız sayılmaktansa, küçük düşmektense, sevilmemektense, kabul görmemektense... Sayılı gün çabuk geçer hesabı, ne olacak susarım, biraz daha dayanırım, diyor kendi kendine... Ondan istenilenleri yapmak, olması istenilene ulaşma çabasına dönüşüyor. Aile boyunduruk, iş zorunluluk, dostluklar yalan, arkadaşlıklarla ahbaplıklar pazar yeri, dünya boş, hayat yeknesak... Günler yılları kovalıyor, gençlik ölüyor, masumiyet isyanlarda... Ve insan kimseye yakınlaşamadan kendinden uzaklaştığını farkediyor. Hayalet bedeni, silik ruhuyla sürükleniyor alışkanlık döngüsünün girdabında. Boğuluyor.


İçine attıkları dağ gibi birikip de bıçak kemiğe dayandığında ve zihninin kayışları kopmaya başladığında ve böyle gelmiş böyle giderin kamçısı sırtında şakladığında, alkolle yutmaya çalışıyor dilinin ucuna kadar gelenleri. Kendi isteklerini, arzularını, beklentilerini, öfkelerini, kırgınlıklarını alkole batırıp sözüm ona pelteleştirmeye çalışıyor. Oysa, o güne kadar kendisine öğretileni, tek bildiği şeyi yapıyor: Sahtekârlık. Oyunculuk. Rol kesmek.

Baskılarla tıkanmış boğazından aşağı dökülürken alkol ve uyuşurken katılmış beyni, gevşerken özdenetimin paslı, kalın zincirleri, biliyor ki kaçıverecek hapsolduğu o daracık hücreden ruhu. Serecek gözler önüne isteklerini, özlemlerini. Dökecek ortaya içindeki can kırıklarını. Açacak bakkal defteri gibi tıkış tıkış satırlarla dolu anılar şeceresini. Kendisinden esirgenen anlayışı, merhameti, sevgiyi, iyi niyeti soracak. Yeniden hesaplayacak verdikleriyle aldıklarını; yitenleri, gidenleri, hiçlikleri. Alacaklıyken kendisini borçlandıranlara esecek, yağacak, kavuracak, öfkesini kusacak. Hapsolduğu hücresine dönmesine dubleler kala, yakaladığı fırsatı nimet sayıp hiç tanışmadığı kendisi olmaya çalışacak beceriksizce; korkusuz, gamsız, umarsız... Normalleri, aralıkları, dereceleri boşverecek; ayıpsız, teklifsiz, sınırsız, bağımsız benlik hasretinin sabırsızlığıyla, sakarlıkla saldıracak “hakkını aramak” için, “kendi payını kurtarmak” için...

Ağzımdan kaçtı, istemeden oldu, diyecek sonradan. Sarhoştum, hatırlamıyorum, diye savunacak kendisini. Umursamamanın tadını almış ruhu hücresine geri çekildiğinde utançla yüzleşecek. Esriklik bedenini terkederken, dibini görmüş şişelerin ve boş kadehlerin onu toplumun düstur çukurunda terkedip gittiğini görecek. Başkaları yerine, başkalarının ona öğrettiği gibi, başkalarının ağzından hesap soracak kendine. Yerden yere vuracak alkolize özgürlüğünü. Tanımadığı, sınırlarını bilmediği, kendine yabancı bir benliği sergilemiş olmaktan duyduğu pişmanlık avuçlarında sıkacak çaresiz yüreğini. Hedefini şaşıran bir öfke zonklayacak şakaklarında. İçinde başlattığı savaşın derin yaralarını şişelerce meyle onarmaya çalışacak bir kez daha. Ve sonra yeniden... Ve sonra hep... Aynı melodiyi terennüm edecek gafil dudakları; nasıl geçti habersiz... Beyhude bakacak damarları fırlamış, yaşlı, güçsüz ve boş ellerine; yakalayamadı saçlarından baharı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin feragate dönüştüğünü anladığında o güzel gözlü ceylanların, pınarların, kuşların, ağaçların, binbir renkli çiçeklerin varolmadığı noktaya gelmiş oluyor. Çünkü yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Kendimiz olamamışız. Başkalarının yontup şekillendirdiği, kıymıkları bize batan kimlikler içinde hapsolmuşuz.

HÜR’ce