21 Mart 2012 Çarşamba

Denize at!


“Ben onun için işimden gücümden ayrıldım; o beni kapının önüne koydu…” İhsan sahibi vatandaşın bizzat kendisi yerine, bol baharata bulanmış başka ağızlardan duyduğum bu cümleye takılmadım desem yalan. Hatta takılmak ne kelime, resmen demir attım. Kafamın içinde yankılana yankılana dönüyor; yetmezmiş gibi göğsümün üstüne olanca ağırlığıyla oturmuş harlı ateş gibi kavuruyor. Yanlış adrese gönderilmiş kötü içerikli mektup gibi. Evirip çevirip tartıyorum, sorguluyorum, anlamaya çalışıyorum; hiçbir yere oturtamıyorum. Bana ait değil; sahibi ben değilim. İşin tuhafı, içimde ne suçluluk, ne eziklik duygusunun olmaması. Tam tersine, büyük bir kızgınlık var, ki biraz kurcalasam öfkeye dönüşecek.

Gün geçmiyor ki, hammasete bulanmış fedakârlık öyküleri duymayayım. Eşinden ayrılmış, “onun için” nelerden vazgeçtiğini anlatıyor. İşinden ayrılmış, “orası için” nasıl çırpındığından dem vuruyor. Arkadaşıyla bozuşmuş, “onun yüzünden” nasıl özveride bulunduğunu haykırıyor. Bir yazıklar olsun, bir haram olsun vaveylası kopuyor ki değme gitsin. Çeteleler çıkıyor ortaya, alınıp verilenlerin listesinin üstünden tekrar tekrar geçiliyor; kazançlar kayıplar yatırılıyor masaya. “Ağır” kayıp yoksa verilmiş sadakalara şükredilip alelacele çöp kutusuna atılıveriliyor “onca zamanlık” ilişkiler. Maazallah, kayıp varsa, vur abalıya! Ağızlara sakız bir ihanet öyküsüne dönüşüyor. Pişmanlıklara bulanmış küskünlüklerden geçilmiyor ortalık.

Be insan evladı, be hanım kızım, be efendi oğlum, be teyzeciğim, be amcacığım, güzel kardeşim… Sen ki, kendini sütten çıkma ak kaşık görüyor, bulunmaz hint kumaşı sayıyor, bir kayra misali kendi incilerini sayıp döküyorsun ve “kadersizliğine” yanıyor, “arkandan bıçaklayan ellere” sayıp sövüyorsun… Haydi geç karşıma da, baştan sona anlat bakalım bana bu işin matematiğini. İnsanlığını, arkadaşlığını, dostluğunu, sevgini, saygını, hatırını nasıl formüle ettin; nasıl ölçüp biçtin. Değerini, ederini nasıl belirledin? Neye göre “iyilik” lütfettin; neye göre ihsan eyledin. Gel anlat da, ben de öğreneyim. Gerçekten rahat mı için? Aynada kendi yüzüne bakıp gülümseyebiliyor musun? Ağzında döndüre dolaştıra çiğnediğin bu sakız mideni bulandırmıyor mu? Tükürürcesine ağzından fırlayıp giden bu pişmanlık senin eserin değil mi?

Gel hiç lafı dolandırmayalım. Ne sen beni yor, ne ben seni. Boşa tüm bu tartışmalar, sen de biliyorsun. Ben derim ki: Sadece ve sadece kendi bıraktığımız izleri görmek için arkaya bakmalıyız; geçmişin bizde bıraktıklarını görmek için değil. Bakmazsan görmezsin, görmezsen düşünmezsin, düşünmezsen takılmazsın, takılmazsan korkmazsın, korkmazsan tökezlemezsin, tökezlemezsen yolunda düz gidersin, yolunda düz gidersen çevrende olan bitenleri farkedersin, çevrende olan bitenleri farkedersen güzellikleri görürsün, güzellikleri görürsen mutlu olursun, mutlu olursan hayatın tadını çıkarırsın, hayatın tadını çıkarırsan dolu dolu yaşarsın. Tamam mı ademim oğlum?
Sen şimdi bana ithaf ettiğin “öfkenâme”ni al… Kaldır bir çekmeceye. Gözünden, gönlünden ırak tut. Yıllar geçsin, üzeri tozlansın; illâ bulacaksın onu bıraktığın yerde. O zaman bir daha bakarsın ve belki bu dediklerimi daha iyi anlarsın.

HÜR’ce