15 Şubat 2010 Pazartesi

Mucize

- Anne bunun içinde bir şey kıpırdıyor.
- Ne? Nasıl? Ne kıpırdıyor? Dur bakayım...
- Anne bu ne?
Nehir, kimden aldığını bilemediğim kızıl lülelerinin altından ışıldayan gri gözlerini kocaman açmış, korkuyla dehşet arasında gidip gelen bir ifadeyle elindeki şeftaliye bakıyordu. Irmak ise, konu onu çok fazla heyecanlandırmamış olmasına rağmen ikizlere özgü sadakatle kardeşinin yanında durmuş konuyu nasıl çözeceğimi merak eder bakışlarını bana yöneltmişti. Nehir’in elindeki şeftalide bir kurt, rahatının bozulmasından şikayetçi bir tavırla kıvranmaktaydı.
- Mucize tatlım.
- Mucize mi? O ne?
Nereden bilsin çocuk? Hormonların hakim olduğu bir dünyaya geldi. Kurtlu meyve mi kaldı ki... Her yerde organik çığırtkanları kol gezerken; yıllardır en korktuğum şey olduğu için tek bir meyvede bile kurda rastlamamamış olmanın tekno mutluluğunu yaşarken, evimin mutfağına düşen bu doğal piyangoyu nasıl açıklayabilirim ki?
Anneliğimin beşinci yılında, tüm insanlığın tarihçesini özetleyerek çocuklarıma dünyanın akibetini anlatmam için beni zorlayan kurt, utanmadan şikayet halinde şeftalinin çekirdeğini tavaf etme halinde. İçimden yükselen tiksinti duygusuyla başa çıkmaya çalışarak şeftaliyi kızımın minik ellerinden alıp tabağın içine koyuyorum. Bundan otuz yıl önce kurtlu meyveleri çığlıklar eşliğinde çöpe fırlatmaya alışmış bünyemi dizginleyerek ikizlerime bu farklı organizmayı anlatmak zorunda kalışıma isyan etmekteyim. Besin zinciri, insanlık tarihi, nüfus artışı, besin ihtiyacı, hızlı büyüme hormonları, genetiği değiştirilmiş besinler ve çocuklarım arasında bir köprü kurmakla yükümlüyüm.
Bana göre ebeveynliğin en zorlu yanı, bölünen gece uykularından ziyade aklı selim açıklamalar yaparak körpecik zihinleri şekillendirmeden yönlendirebilmek. Şekillendirmeden diyorum çünkü benim küçük kopyalarım olmalarını istemiyorum. Benim ne istediğimin hiçbir önemi yok şu anda. Hızlıca düşünüp meraklı gözleri doyuracak tatminkar yanıtı bulmam gerek. Irmak uzayıp giden sessizlikten sıkılıyor.
- O bir kurt.
- Hayır, kurtlar böyle olmaz. Onların ayakları var.
- Hayır aptal, öyle değil.
- Kardeşinle konuşmalarına dikkat et lütfen.
- Anlamıyor anne.
Zaman kazanmaktan son derece memnunum.
- Farklı bir şekilde anlatmayı dene o zaman. Karşındaki seni anlamamışsa, belki sorun sendedir, sen anlatamamış olabilir misin?
Irmak, benim sabırsız ve pratik yanım, küçük burnunu kırıştırarak hoşnutsuzluğunu ortaya koyuyor. Küçük ciğerlerine derin bir nefes çekiyor ve lütfunu takdir etmemizi bekleyen bir edayla bizi süzüyor.
- O da bir hayvan ama kemikleri yok.
- Niye kemikleri yok?
- Senin niye kanatların yok?
- Niye şeftalimin içinde?
- Yiyor.
- Neden benim şeftalimi yiyor?
- Çünkü senden önce görmüş.
Buyrun işte, huzurlarınızda “Kısayol” Irmak. Kendisi anladığı anda olay bitmiştir. Gerisi sadece zaman ve enerji kaybı. Ama “Sağlamcı” Nehir kolay tatmin olmuş değil. Ona her konuyu toz ve gaz bulutundan başlayıp, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatmak gerekiyor. Çocuğun yapısı bu; anlamadan, aklına yatmadan, mantık çizgisini kurmadan hiçbir yanıtı kabul etmiyor. İkisinin konuşmalarından çıkarılacak ders çok zira bu iki minyatür insan, homosapiens türünün en temel özelliklerini barındırdıkları zihinleriyle nereden gelip nereye gittiğimizin en yalın gösterisini sergiliyorlar. Biri doğayla uyum içinde yaşamaya programlı, genlerinde evrenin sırları kazılı yanımızı temsil ederken; diğeri önüne geçilmez ilerleyişimizden sorumlu meraklı, araştırmacı yanımızı simgeliyor. Biri, DNA arşivindeki bilgilere ulaşmanın yolunu bulmuş, sorgulamaya ihtiyaç duymayan; diğeri ise kulaklarını dış dünyaya açmış, gördüklerinden yetinmeyen, sürekli arayan, anlamaya, “dahasına” ulaşmaya çalışan. Bense, tam arada kalmış, günlük hayatın akıntısında kulaç atan “yetişkin”.
Birçok ebeveyne sorsanız, çocuklarını ne kadar çok sevdiklerinden, özellikle konuşmaya, yani iletişim kurmaya başladıkları andan itibaren bu sevginin ne kadar büyüdüğünden falan söz ederler. Benim içinse çocuklarım gerçek bir hayat ve insanlık dersi. Unuttuklarım, sildiklerim, gözden kaçırdıklarım, görmezden geldiklerimle hayatın her ayrıntısını gözüme sokan küçük piyadeler. Çocukları hep üzerine kayıt yapılacak boş plaklar olarak görürüz; kendimizce en doğru şarkıları kazımaya çalışırız korumacı ve planlamacı içgüdü iğnemizle. Hayatın her alanında “başarılı” olmalarıdır tek hedefimiz. Öğreticiyizdir, koruyucuyuzdur, şekillendiriciyizdir. Nitekim onlar bizim eserlerimizdir. Toprağa attığımız, suladığımız, dibini çapaladığımız, zararlılardan korumak için ilaçladığımız tohumlardır. Kavurucu sıcaklardan, dondurucu soğuklardan sakındığımız, gözümüz gibi baktığımız fidelerimizdir. Büyüdüklerinde ise, emeğimizin meyvelerini toplamak isteriz. İyi bir kariyer, lüks hayatlar, itibar, şan şöhret, bizim ele geçiremediğimiz tepelere dikilmiş tüm o bayraklar bizzat bizim övünç kaynağımızdır. Çocuklarımızın fethettiği her bir tepede, hayat karşısında uğradığımız her bir yenilginin intikamını alırız. Hep içimize attıklarımızın hayakırıklığı yüklü birikintilerini temizleyen çöpçülermiş gibi, beklentiler holdinge yönetici atarız onları. Çünkü çocuklarımıza baktığımızda, mükliyeti bize ait kopyalarımızı görürüz. Gerçek hayatla yüzleşemeyen benliklerimizin, özlemlerimizin, hırslarımızın, zayıflıklarımıza, acizlerimize, kayıplarımıza savaş açan uzaktan kumandalı dublörleridir onlar. Beklenti holdinge yaptığımız yatırımların her bir getirisi, içsel zaferimizdir. Koltuklarımız kabarır, omuzlarımız dikleşir, “iyi çocuk yetiştirmiş” olmanın haklı gururunu yaşar, topluma bir cevher hediye etmenin cakasıyla tatmin olmaya çalışırız. Ebeveynliği asla emekli olamayacağımız bir iş olarak kanıksadığımızdan, denetmenlik, gözetmenlik, vasilik hizmetlerimizin karşılığını haftalık ziyaretler, torunlar, ev ve doktor masrafının üstlenilmesi olarak faturalandırırız.
Nezaketen biz zamiriyle diye kurguladığım bu tablodan bucak bucak kaçtığım için, kurt krizine el atmam kaçınılmaz. Ne kadar sürerse sürsün, ne kadar zor olursa olsun, ne kadar baştan başlamam gerekirse gereksin, ne kadar ayrıntıya girmem gerekirse gereksin, onlara uzun uzadıya mucizeyi anlatacağım. Çünkü onlar bana ait değiller. Çünkü ben onların var oluşlarına elçilik edenim. Çünkü onlar, doğanın bana emanetleri. Onlara eşlik edecek, geldikleri dünyayı izlemelerine, anlamalarına aracılık edecek, günü geldiğinde yollarından çekileceğim. Ve onlar, isimleri gibi akıp gidecekler. Bazen dar bir boğazda sıkışacaklar; bentleri aşmak zorunda kalacaklar. Bazen zirveleri zorlayacak, bazen güneşten mahrum kalacak, yer altına hapsolacaklar; binbir emekle kayaları oyup kendilerine yol açacaklar. Bazen rüzgarla uçacak, bazen taşıdıklarının ağırlığına dayanamayıp yağmur olup toprağı sulayacaklar. Bazen kirlenecek, kendilerini arındırmanın yolunu bulacaklar. Bazen küçük bir gölette paşalık edecek, bazen okyanusta kaybolacaklar. Üreyecek, doğuracak, kollara ayrılacaklar. İsimler değişecek, mekanlar değişecek, nitelikler, nicelikler değişecek ama hep yollarına devam edecek, hep akacaklar. Çünkü hayat böyle bir şey.
Mutfakta ağır bir hava hakim. Nehir ve Irmak, kendi aralarında tartışmaktan vazgeçmiş, kendi düşüncelerime daldığım dünyamdan çıkıp aralarına dönmemi bekliyor sabırsızca. Masanın başında toplaşmış duruyoruz. Üç memeli, bir omurgasız; vakti geldi, hayatı konuşacağız.

HÜR’ce
Şubat 2010