1 Haziran 2010 Salı

Milliyetçi değildim bir zamanlar

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Öyleyim dersem, yalan. Kim bilir, belki de damarlarıma yeterince işlenmedi. Bir Fransızın yaptığı gibi, nereye gidersem gideyim, insanlar beni anlamak zorundaymış gibi anadilimi konuşmadım. Ya da Türkçe herkesçe anlaşılan bir dil olmak zorundaymış rahatlığıyla davranamadım. Kendi vatanımda bile canhıraş bir çabayla, İngilizce’nin beline kazma vurmak pahasına iletişim kurmaya çalıştım yabancılarla. Gün geldi, Fransızca bilmek bile ayrıcalık oldu da, Türkçe hep ayaklarımın dibinde sürünerek beni takip etti. Yurdumun bünyesinden kültür taşan necip insanı, şu konuda kaygılarım var, demek yerine “concerne”üm var demeye yatkın ya, ağzımı açıp da yahu yok mu bunun Türkçesi, demedim.

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Bayramlar kutlanır, bayrağım dolabımda ütülü, katlı durur; çıkarıp asmam. Bir tanesi balkonumun kenarındadır, o kadar. Hani şu, hapşırsan sokaklara dökülenlerden değilim. Birileri bir şeyleri kınar, insanlar sokaklara dökülür, protestolar yapılır; ben sessizliğimi korurum. Yoktur söyleyecek sözüm. Sadece şaşarım, yurdumunki dışında bayrakların salınmasına.

Demek ki, gerçekten de milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Ben, musevi, ermeni, rum, laz, roman, kürt diye ayırmadan, birlikte yaşadığım tüm komşularımla, birlikte büyüdüğüm okuldaşlarımla, birlikte mesai tükettiğim iş arkadaşlarımla dost yaşamışım; dost geçinmişim. Onların bayramları benim olmuş; benim bayramım da onların. Onların sevinci ya da hüznünü, doğumunu veya cenazesini sahiplenmişim; onlar da benimkini. Bir gün birileri çıkıp “açılım”, diyene kadar ben, kapalı olduğumuzu hiç farketmemişim.

Oysa şimdi, birileri damarıma basıyor. Bir baba, kimseyi kendime güldürmeyeceğim, oğlumu şehit verdim ama ağlamayacağım, derken benim içim acıyor. Çünkü biliyorum: Hiç tanımadığın bir insanın, kendi istekleri doğrultusunda, muhtemelen de bir hiç uğruna, senden bir can koparmasının ne kadar akıllara zarar olduğunu biliyorum; yaşadım. Biri paranı ister; biri malını, biri namusunu, biri toprağını... Ne farkeder ki? Kendinde hak görenlerin, senin rızan dışında senden söküp aldıkları her şey canını yakar.

Bir yanda PKK; bir yanda ASALA; bir diğer yanda İsrail... Gündeme bak! Peki ne yapmalı? BM tü kaka, desin; ABD kıvrılmış gazeteyi yere vurup “bad boy” diye azarlasın; Arap camiası da, fesüphanallah, diye noktalasın. Bunu mu beklemeli?

Osmanlı arşivlerine sığınabiliriz. Atatürk’ün arkasına saklanabiliriz. Eurovision’da İngilizce parçalarla derecelere girdik diye koltuklarımız kabarabilir. Ama acizliğimizden kaçamayız. Kendimizle yüzleşmemiz gerek. Kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı kabul edip, kendimizle barışmamız lazım. Yüzümüzü batıya ya da doğuya değil, geleceğe çevirip kendimiz için neler yapabiliyoruz, ona bakmamız lazım.

Ama anladım ki, ABD’ye sormak, BM’den istemek, AB’ye yılışmak, Ortadoğu’ya Fatiha okuyup üflemek daha kolay. Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünyada, iki koltuk, bir gemi uğruna doğmamış çocukları satmak daha kolay. Ağlayan anaların, susan babaların, aç ihtiyarların gözlerinin içine bakıp yalan söylemek de.

Şimdi milliyetçiyim. Kendi halkımı düşündüğüm için. Komşumun çocuğunun geleceği beni kaygılandırdığı için. Şehitlerimin ağıtları kulaklarımda çınladığı için. Çocukluk arkadaşımın dini yüzünden yargılanmasına seyirci kalamadığım için. Atatürk’ün arkasına saklanamadığım için. Bayrağıma sırt çeviremediğim için. Artık milliyetçiyim. ÖNCE VATAN diyorum. Türkçe, diyorum. Türkiye, diyorum. Cumhuriyet, diyorum. Benim toprağım, benim insanım, benim evladım, diyorum.

Ben bir zamanlar milliyetçi değildim. Kimin nereden geldiği, dili, dini, ırkı umurumda olmazdı. Türküm, Anadoluluyum, derdim. Bıçak kemiğe dayandı ve gururla Türküm diyen herkes, burası benim vatanım diyenler, hepsi dostum. Birlikteliğimizi yıkmak isteyenlerse... Anlayacağınız, hizmet ettiklerinizin dilinden konuşayım: If there’s a fight, then I’ll be there!
Hür'ce!