24 Haziran 2009 Çarşamba

Kösemler Hürremlere Karşı...

Kösem, Katarina, Eva, Mata Hari ve diğerleri… Niye uğraşırsınız Hurrem'le bilmem ki...

Kitabı elime aldığımda heyecanlıydım aslında. İlkokuldan itibaren beynine enjekte edilen Osmanlı tarihini bünyesi kabul etmeyen yurdum insanının bazen burun kıvırarak, bazen hoşnutsuzlukla ama çoğunlukla huşuyla karışık saygıyla telaffuz ettiği ismin sahibiyle, her nedense yabancı bir yazarın yazdığı kitabın sayfaları arasında buluşacaktım. Kapağı açmadan onun hakkında bildiklerimi gözden geçirdim ve itiraf ediyorum bu konuda benim de hafızamdan süzülenler türlü entrikaların yaratıcısı, fettan bir kadın portresi çiziyordu. Bu durum bende dolaysız bir hoşnutsuzluk yaratıyordu. Zira her bir insanoğlu gibi, ben de aynı ismi paylaştığım kişinin böyle kötü bir üne sahip olmasından, dolayısıyla da egomun masallardaki çirkin cadı kaknem kraliçe karışımı ürkütücü bir karakter çözümlemesiyle kırbaçlanmasından rahatsızlık duyuyordum. Aklını, ruhunu zaaflardan arındırmak, erdem, bilgelik ve pozitif enerji gibi konularla bozmuş; iyilik edip iyilik bularak yaşanabileceği, hayatta her şeyin mümkün olduğu gibi savunulması zor savların kalkanlığını yapan biri olarak, adımın üstüne dökülmüş bu lekeyi temizlemek zorunda hissediyordum kendimi ve de içte içe Muhteşem Süleyman’ın zevcesi Hürrem Sultan’a diş biliyordum. Ama bilip bilmeden konuşan, yorumlar yapıp tavır alanlardan biri durumuna düşme fikri çok daha ağır gelmişti. Böyle durumlarda merak kazanır her zaman. Ben de başladım okumaya.

Bölüm bir. Karşınızda kızıl saçları, zümrüt yeşili gözleri, pembe beyaz teniyle gençliğinin taze kokusunu Rus bozkırlarının rüzgarlarına bırakan Roxalen... Hürrem’in bir Rus Ortodoks papazın kızı, bir Tatar kızı, Ukraynalı olduğu yönünde çeşitli rivayetler var. Ama, sayın okuyucu, asıl önemli olan bu körpecik kızcağızın, “mavi gökyüzü altında uzanan sarı bozkırlarımda kuşlar kelebekler, nasıl da dökülürmüş kışların pamuk taneleri, yaşasın hayatımın baharı, lay lay lom” yaşamını süsleyen Kırım ezgilerinin, iğnesi kayıp plağı çizen pikaptaki melodi gibi aniden ve cazırtıyla kesilmiş olması. Çünkü kızımız, daha ne olduğunu anlayamadan, ben neresiyim, burası kim kılıfına sokuşturulup Osmanlı sultanına hediye ediliveriyor. Yoo, gözünüzün önüne, rulo yapılmış halının açılmasıyla bedeninin tüm ihtişamını sergileyerek ortaya çıkan ve Sezar’ın aklını başından alan dünyalar güzeli Kleopatra sahnesi canlanmasın; durum hiç o kadar romantik değil. Külkedisi’nin şömine başı mahkumiyeti durumuna yakın bir harem sahnesi var ortada. Harem dediğiniz de, kadınların süslenip püslenip, tüm gün, tam kapasiteyle fingirdeştikleri, türlü ipekler, taftalar ve mücevherlere bürünüp, sıkındıkları parfüm damlacıkları gibi etraflarına şuh kahkahalar saçtıkları yer hiç değil. Harem deyince, şöyle bir durun, ceketlerinizi saygıyla ilikleyin. Oturuşunuzu ya da duruşunuzu bir düzeltin. Zihninizin yarattığı ortamda karşınıza süzülen, destansı hikayelerle süslediğiniz tüm bu kadınlar hayatta kalmayı başardılar. Onları, yaşamlarını adadıkları zoraki güzellik ve zerafetlerinin ardına sakladıkları kişilikleriyle görmeye çalışın: Onlar savaşçılar.

Bölüm iki, üç, dört... Ne farkeder? Roxalen hanımkızımız, yakasına tutuşturuluveren yeni kimlik kartına göre Hürrem, hiç gecikmeden haremin ustaca kamufle edilmiş “jungle” durumunu farkediyor. Ayağını denk alıyor. Gerekeni yapmaya başlıyor.

Hürrem’in öyküsüne, başladığım kadar büyük şevk ve iştahla devam edemediğimi itiraf etmem gerekiyor. Onun yaptıklarını tiksintiyle okurken bir yandan da onayladığımı da farkedince, kütüphanemin ulaşılması güç raflarından birine postalayıverdim kitabı. Aklımca aramızdaki farkı keskinleştiriyor, kendimi temize çıkarıyordum. Tamam, biliyorum, hiç gerçekçi değil ama bunu da böyle kabul edip bana nefes alma şansı tanıyıverin bir zahmet. Hürrem’in kanlı öyküsü, kadınlık tarihinin rezil bir öğretisi gibi kitaplıkta beklerken, ben halen “daha insancıl yolu olamaz mıydı”nın peşinde iz sürmekteyim çünkü.

Neymiş bu öğreti? Hayatta kalacaksın. Etrafında kara toprağın bağrıyla sultanın koynu arasına sıkışmış yaşam süren birbirinden güzel, dişli, kimisi tecrübeli dilber varken, sen bu rekabetten sıyrılmanın ve sultanın gözüne girmenin yolunu bulacaksın. Aklın, fikrin, bedenin, doğanın sana bahşettiği ve senin elinde avucunda kalan ne varsa hepsini kullanacaksın. Sek sek basacak, bade süzecek, karda yürüyüp izini belli etmeyeceksin. Bunları yaparken de erdem, zerafet, nezaket, iyilik, dürüstlük timsali olacaksın. Böyle bir beklentiyi sürersek ortaya, tüm dünya ulusları hadi len, derler, üstelik onca insanı da kendimize güldürmüş oluruz. Bunun yerine Roxalen, namı diğer Hürrem’in hikayesiyle canımızın istediği gibi oynayabilseceğimizi varsayalım; o zaman durumu farklı olabilirdi belki.

Örneğin, onun Xena gibi duygularını belirsiz bir süre için dondurmuş, geçmişini gömmüş, 5 yıllık program yaparak geleceğine ulaşma arzusunu silmiş, kılıcını kuşanarak hakkını arayıp, yolunun üstündekilere de adalet dağıtır bir kalıba soksaydık, muhtemelen Muhteşem Süleyman’ın tarih sayfalarındaki yazgısı anlı şanlı değil de, anlık ve alık olurdu, ki bunu hiç istemeyiz, değil mi?

Onu, bir kader kurbanı gibi resmetmeye de kalkışabilirdik. 70’li yılların Türk filmlerine öykünen bu yaklaşımın sonucunda da, Hürrem’i Beyoğlu’nun arka sokaklarında, canını güç bela kurtararak doğup büyüdüğü toprakları terketmemekte inatçı davranmış rum komşularıyla camdan cama sohbet eden ve hüzünlü bakışlarla kapısının önünde oynayan çocukları izleyen emekli ve çoktan unutulmuş bir pavyon şarkıcısı olarak bulabilirdik. Bu durumda Hürrem’den geriye kalan, rutubet kokulu, ahşap tabanlı bir odada yayları kopmuş bir demir karyola, yorgun ve titrek bir elin izlerini taşıyan ucuz şarap kokulu bir bardak, ihtişamlı günlerin de yaşanmış olduğunu kanıtlarcasına çiziklerle dolu ahşap bir kutuda dizilmiş olan üç beş sahte mücevher ve duvara asılı bir posterdeki payetli tuvaletinden kıvrak bedenine dair ipucu veren alımlı, seksi bir kadının vişne rengine bulanmış şuh dudaklarının gülümsemesi olurdu.

Öte yandan, bu azametli kadından tarih sayfalarında uzun atlama yapmasını ve bir sıçrayışta milenyuma gelivermesini isteseydik, entrikaların kanlı kokusu yerini, son derece gösterişli bir holding ofisini dolduran Channel serisinden bir parfüm bulutuna bırakırdı. O zaman Hürrem, astların ve üstlerin, tecrübelilerin, tecrübesizlerin kimler olduklarını, kimin borusunun öttüğünü, kimin dediğinin buyruk olduğunu, kimlerin dedikoducu, kimlerin kumpasçı, kimlerin zararsız olduğunu tespit eder, gardını almış olurdu. Zayıflık gösterenlerin karşısında hırlar, kendini olduğundan büyük gösterirdi. Büyüklerin karşısında kırıtır, iradenin onlarda olduğunun altını çizerken, yağlanacak zemini bulur, kayacak ayakların yolunu yapardı. Sonuçta, kimine gülerek, kimine kaş çatarak, işini de laf gelmeyecek şekilde kotararak yüklü maaşını cebine atardı. Böylelikle, sayılı insan tarafından uçuk paralara satın alınabilen markaların tanrıcılık oynadığı bu yeni dünya düzeninde, iyi terzilerin elinden çıkma kıyafetleri, italyan ayakkabıları, gösterişli aksesuvarları, yapılı burnu ve saçları, kalıcı makyajı, meşhurların diyetisyeni ve spor salonları arasında mekik dokuyarak şekillendirmeye çalıştığı vücudu, dağarcığında “in” mekan ve aktiviteler listesiyle alemlerde arzı endam ederdi. Dünya mutfaklarından yüzlerce ilginç tarif ezberlemiş olmasına karşın onları hazırlayarak kalbine giden yolları keseceği bir erkek bulamamaktan yakınırdı. Ya da varoluşunu ispatlamanın tek yolunun kendini grotesk bir tarzda ortaya koymak olduğunu sanarak neden sürekli terkedilen olduğunu sorgulamaktan kaçarken bulurdu kendini. VIP etiketli yaşama bürünmüş “şahsına” hayranlıkla bakan erkeklerin, iki-üç ay içinde sırra kadem basmalarına anlam veremeyecek kadar egoizm batağına saplandığından yalnızlığına büsbütün hırslanırdı. Evlenen ya da çocuk sahibi olanları, başkalarının kolunda gezen beyaz atlıları, romanlardaki aşkları, filmlerdeki tutkuları, şiirlerdeki özlemi, resimlerdeki romantizmi ve tabii ki çevresindeki dişi her türlü varlığı kıskanmaktan yorgun düşer, yıkılmayıp ayakta kaldığını cümle aleme kanıtlamak için terör estirirdi.

3 adım uzun atlamayla limuzinli kliplerin, laptoplu sarışınların düzenindeki yerini alan bu kendinden aşırı emin, hükümran kadının bizim Osmanlızade Hürrem’den tek ve en önemli farkı hayata bağlılık, bir diğer deyişle yaşama sevinci eksikliğidir. Zeus’un kesinlikle açılmaması talimatıyla verdiği kutuyu kurcalayarak türlü insani müsibetin dünyaya yayılmasına sebep olan Pandora’nın zamanından bu yana, aslen hiçbir zaman püripak bir yapıya sahip olmayan ruhunu mutlu yuva hayalleriyle beslemek zorunda kalan, bu arada da bolca itilip kakılan anne, eş, aşçı, temizlikçi, evde dirlik düzenden sorumlu halkla ilişkiler uzmanı ve fahişe rollerinin baş kahramanı kadınlık tedavülden kalktı. Haşmet-i kaprisleriyle gündeme oturan, iş güç sahibi, bond çantalı, yüksek köçeli, döpiyesli ve kendiyle barışık, dürüst kadın-erkek herkesin içine fenalık getiren yeni kadın tiplemesinin aksine, Hürrem aslında yuvasından sökülüp kendisine tamamen yabancı bir kültürün ağababasının kollarına terkediliveren, korkudan ölmeyi beceremeyince hayatta kalma mücadelesinin karnını yaran bir “zoraki kötü kahraman” bence. Ve eminim, kendi yaşam öyküsünün ve tarihte bıraktığı izlerin milenyum dilberlerinin edepsiz travmalarına ölçüt kabul edildiğini bilseydi, fena halde bozulurdu.

Rafların arasından bana dik dik bakan Hürrem’le kendimce barıştığım, uzlaştığım hatta arada bir şefkat duyarak bağ kurduğum bu dönemde, Kösem, Katarina, Eva, Mata Hari ve diğerleri de göz göze gelmeye çalışıyorlar benimle ama gözlerimi kaçırıyorum. Hepsini kurtaramam ki canım...

HÜR'ce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder