24 Haziran 2009 Çarşamba

İnecek var... Gidecek var...

"Işıklarda indirir misiniz lütfen?"

Önümüzde uzayıp giden araç konvoyu, bu sabah, her günkünün aksine, trafik ışıklarının tam önünde inemeyeceğimin habercisi. Şöför, bezgin ve donuk bakışlarını dikiz aynasından yolluyor ve kenara çekiveriyor. İnatlaşmayıp iniyorum. Hem zaten araçlara yeşil yanıyor; bu da epeyce bekleyeceğim demektir. Bir kaç adımda direğin yanındaki yerimi alıyor ve diğer bekleyenlerle dikiliyorum oracıkta. Burada ışıklar çok uzun süre yanıyor. İnsan niye orada bulunduğunu unutuyor beklerken. Yüksek kaldırımda dururken, ‘Zamanın başından beri burada’ yazılı bir levha hayal ediyorum ayaklarımın hemen dibinde. Üzerimde yolların tozu, kuşların küflü yeşil lekeleri, yüzümde yağmurların yollu izleri, görmüş geçirilmiş gözlerimde yılların yorgunluğu…


Gözlerim ortadaki refüjde hapsolmuş adama takılıyor. Belli ki, yeşili son anda yakalamış, atmış kendini yola ama nafile; kırmızı onu sobelemiş; o da ikinci turu bekliyor. Yağmur bulutlarının ardındaki uykusundan yeni uyanan güneş tam gözlerini hedeflemiş, ışın oklarını fırlatarak geriniyor alabildiğine. Gözleri kamaşan adamın yüzünde gülümseme var. Salak salak sırıtan adam görüntüsünün ardındaki kısık gözlerden akan uykuyu yakalamak zor aslında. Hele benim gibi bir miyop için.

Dalgın köstebek ruhumun uyuşukluğu, yanımda dikilen iki kadının vızırtılarıyla bölünüyor. Bakın bu ilginçtir; bu uzun beklemeler esnasında, Allah sizi inandırsın, sıkı dostluklar gelişir. Rutin is yaşamimin uzun metrajlı güzergahını katederken, çalışan nüfusun büyük bir kısmına aşina oluyorum haliyle. Dolayısıyla yanımda birbirlerine yemek tarifi vermekte olan kadınların farklı sektör ve şirketlerde çalıştıklarını biliyorum. Diyebilirim ki, ışıklar soya soslu sebzeli mantarlı börek tarifi kadar süreyle kıpkırmızı dikiliyor karşımızda. Buna bağlı olarak da yaklaşık bir ayın sonunda eşler bile çekiştirilebiliyor. Elbette ana konulardan biri rejim sektöründeki yenilikler. Ve tabii ki sağlıklı beslenme, organik ürünler... Doymuş yağ, doymamış yağa karşı ringe çıkıyor. Kırmızı et tu kaka, kızartmalar mazallah, şekerliler hafazanallah, sebze meyve mutlaka... Sonra da umut dolu bir soru: Bir gün selülitler moda olur mu acaba?

Sebebi hayatımız yüce reklam sektöründen umut kesilmez tabii. Kimin ne kadar para kazanması gerektiğiyle doğru orantılı olarak yazılan kutsal trendler inmeye devam ettikçe, bu uhrevi güdümlemelerden biri belki, ey kulum, patlayana, selül selül olasıya, XXXXXXXL’lerden taşasıya kadar korkmadan ye, çağrısında bulunabilir.

Heyhat! Reklam çocuğuyuz hepimiz. Körpecik ergen yaşlarda darbe postalıyla pelteleşen beyinlerimize enjekte ediliyor her şey. Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz, ne giyip giymeyeceğiz. Hangi dili konuşacağız. Nerelere takılacağız. Kimsenin bize sorduğu yok: Cep telefonu almalıyız ve de her ay yenileyerek en son modellerle yakın temas halinde bulunmalıyız. Mutlaka araba edinmeli, benzin, motor yağı, akü ve bilimum aksam tüketimine katkıda bulunarak, delirmiş trafiğe karşı sorumluluk bilincine sahip olduğumuzu kanıtlamalıyız. 35.643 adet kredi kartımız ve mili mili milyarlarca taksit borcumuz olmalı. Başka türlü bireysel gusto, kültür ve ayrıcalığa sahip olduğumuzu nasıl kanıtlarız? Sosyalleşmek adına bizim yerimize bir takım karar veriliyor da, kuzu kuzu izliyoruz.

Eskilerden bize miras kalan yaşamlarımızın ve kavramlarımızın içi boşaltıldı da, bırakanın yasını tutamadan, kalanın hayrını göremeden istimlak edilen arsalar gibi kayıp gitti elimizden. Bakın çevrenize; doğru kavram, doğru nesne ve doğru söylem ne kadar seyrek buluşuyor ve zihinlerde yer ediniyor... Mahşerin yazar çizerleri, tükenen değerlerin bilinciyle zamana karşı yarışıyor; hızlı olan kazanıyor; kavramı bulan yapıştırıyor bir şeylerin üstüne ve dünya içi boşalmış sözcükler, anlamını yitirmiş, kişiliksiz söylemlerden geçilmiyor. İyilik, sağlık, mutluluk, sevgi, yaşam, coşku, dostluk, paylaşma, uyum, lezzet, huzur, hayal, istek, dilek, gelecek… Dust to dust. Blood to blood. İnsanlığı nasıl bilirdiniz? İyiydi hoştu rahmetli de, vadesi çabuk doldu. Geri dönüşümü olanaksız radyoaktif atık tenekeleriyle gömülüp magmanın yakın bölgelerinde yaşayacak. RIP. Geçmişin nostaljisi kandilli... A ha da bir ambulans geçiyor... Ay senin sirenine kurban... Hop trilay lay lom... Durdurun, binecek var. Yolunuzun üstü birader, La Paix’nin önünde atıverin beni. Hu huuuu...

Hah, yeşil adam yola bırakmak üzere kaldırdığı bacağıyla ışıldadı nihayet. Benim sırıtan adam hapis kaldığı refüjden atıyor kendini yola. Yüzünde halen gözlerini delen güneşin yapıştırdığı gülümseme var. Uçarı haylaz zihnim, adamı yunus balığına benzetince kafamdaki kavramların yaşama hakkı, sözcüklerin özgürlüğü, iradelerin bağımsızlığı ve ne olacak bu insanlığın hali duruşmalarını ileriki bir tarihe erteliyerek mahkemeyi tatil ediyorum. Zaten o da benim, yırtar dağları, enginlere sığmaz taşar, bendini çiğner aşar beynimin kurgularından habersiz, yanımdan öylece geçip gidiyor.

Saatimin akrebi ofisimin yönünü gösterirken yelkovan koşturmam gerektiğini işaret ediyor. Ve ben geç kalıyorum sanırım.Toplantıda hazırladığımız yeni bir ferdi hayat istila projesini sunacağız ‘yetkililere’ ve üst mercilere iletmeleri için kendilerini yolcu ederken arkalarından su dökeceğiz. Yaratıcı kurulun mahşeri atlılarından biri olarak her zamanki gibi insan geçinenlerin arasındaki görünmezliğimle buluşacak, ikinci aydınlanma çağına nail olabilme hayallerine dalacağım: “Ya ben tekamül kurulunun karşısına çıkmaya hazırım; valla çok çalıştım, beni ışıklarda indirir misiniz lütfen?”

HÜR’ce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder