24 Haziran 2009 Çarşamba

Deprem

Bir kabusun tam ortasındayım. Kırmızılı bir kadınla uğraşıp duruyorum. Bir kavga gürültü derken şiddetle sarsılmaya başlıyorum. Sağa sola gidip geliyorum. Gözlerimi açıyorum, bir değişiklik yok. Sarsıntı devam ediyor. Sağa... Sola... Birileri beni savuruyor yatağın içinde. Bir başkası dev bir matkapla tünel kazıyor aşağıda. Bedenim kaskatı kesilmiş, aciz yatıyor öylece. Etrafımı saran ses.... Kötü, hem de çok kötü. Toprak kükrüyor, bina inliyor, cam çerçeve zangırdıyor. Tam bir kaos. Saniyeler ekleniyor uç uca. Bitmek tükenmek bilmeyen homurtular, kükremeler, sağır edercesine kulaklarımı, sürüp gidiyor gecenin koyu, uyuşuk, sersem saatinde. Tek görebildiğim esneyen tavan. Bir an bittiğini sanıyorum ama yeniden başlıyor. Defalarca yeniden, hep yeni baştan başlıyor. Kulaklarım acıyor. Yatak geziniyor sanki odanın içinde. Camlar patladı patlayacak yüzüme. Hapis yattığım bedenimden sıyrılmaya çabalamıyorum. İçimde korku yok. Panik yok. Kilitlenmiş bilincim, katılmış bedenim ve ben... Orada, yatağın içinde öylece bekliyoruz kabusun bitmesini. Ve birden sessizlik. Tık yok.
...

Kargaşanın izleri hüküm sürüyor. Her taraf toz duman. Başımı çevirdiğim her yön, o hep bir tarafa attığımız, reddettiğimiz, kaçınılmaz sonu gösteriyor. İnsanlar birbirlerinin gözünü niçin oymuşlardı? Birbirleriyle ne uğruna kavgalar etmişlerdi? Ve geriye ne kaldı? Gördüklerim yüzüme çarpıp geçiyor birer birer. Bir şey hissedememenin acısı yaşıyorum, çünkü biliyorum ki, sonradan ezici ağırlığını bırakacak omuzlarıma.

Aklım reddediyor gördüklerimi. İnanamıyorum. Matematik, fizik, jeoloji, sosyoloji, psikoloji... Bilimin despot hakimiyeti, doğanın faciası karşısında boynunu bükmüş, ağustosun bunaltan sıcağı altındaki bu şehirden kalanlara bakıyor hüzünle. Eskiden binalar varmış. Dükkanlar, mahalleler, sokaklar... Apartmanların kaç katlı oldukları, hatta neye benzedikleri bile belli değil. Üzerine basılmış bir pastayı andırıyorlar. Ezilmiş, içindeki her şeyin dışarı fırladığı, kokuşmuş bir pasta. Şimdi sadece birer yıkıntı, enkaz olan bu yapı kalıntılarında bir zamanlar insanların yaşadığını hatırlatanlarsa, molozların arasından tozlu ve parçalanmış yüzlerini güneşe çeviren perdeler, yastık parçaları, ayakkabılar, lastikleri fırlamış oyuncak bir kamyon, çaydanlık, minder, boşalmış bir deterjan kutusu, kırık bir göz farı... Kesitler görüyorum. Varlıklarına dair tek izin kesif ve hücrelerime dek duyumsadığım, üzerime sinen kokudan ibaret olduğu insanların evlerinden kesitler var çevremde. Duvar yıkılmış, bina korkunç bir açıyla yan yatmış ve içerideki eşyaları görüyorum. Koltuklar, masa, sehpalar, kül tablaları...

İnsanların bakışları donmuş. Cam bilyaların ardından bakıyorlar. Çıldırmaya çeyrek kaldığını söylüyorlar; bence beş geçiyor. Korku, şaşkınlık, çaresizlik, öfke, acı, küskünlük, umutsuzluk, kırılan gurur, yerlerde yuvarlanan yaşamlar... İnsana dair, insanca ve bir o kadar yabancı. Hemen her enkazın başında en az bir kişi, başı avuçlarının arasında öylece oturuyorlar. Ceplerinde kalan tek şeye, umuda sarılmış, bir ses, bir soluk bekliyorlar. Kimisi üzerinde tek bir donla dolanıyor ortalarda, kendi kendine konuşuyor. Anlamaya çalışıyor. Soracak çok sorusu var, ama cevaplayacak yok. Yaşlılar var sağda solda; oturduğu yere çökmüş kalmış. Yıkılıp yok olmuş anılarına bakıyorlar. Gençler var; yeşerip büyüyen arkadaşlıklarına, aşklarına sahne olmuş sokakları arıyorlar. Garip bir kabullenmişlikle bir çırpıda sıralanıveriyor ölenlerin isimleri. Kayıplar bilinmiyor. Kurtulanlar önemsenmiyor bile, çünkü eksik gövdeleriyle bile olsalar kurtuldular; hayattalar.

Bilmeyenler öğreniyorlar. Bilenler hatırlıyorlar. Alışık olanlar arsızlaşıyorlar: Sefalet. Yokluk. Yoksunluk. Sıfır noktasına geri dönen hayatlar. Gelip kapısını açan her kamyonun önünde sıraya giriyorlar. Ne geldiği, ne dağıtıldığı önemli değil. Almalılar. Almalı ve bir kenara atmalılar çünkü, bir daha ne zaman geleceği belli değil. Askerler düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Bazen bağırmak, azarlamak ve hatta itip kakmak zorunda kalıyorlar. Gelen her şey doğru yere, doğru şekilde ulaşmalı. Ayaklar altına alınmış ekmekleri gösteriyorlar sorunca. Bir hafta sonra bunların ıslatıp yemek zorunda kalacaklarını onlar daha iyi biliyorlar.

Ve bir genç kız. Artık yerlerde sürünen kıyafetlerden kendine bir şeyler seçmiş. Üstünde lacivert bir t-shirt, açık mavi bir kot pantalon, ayağında 99 modasının gözdelerinden kalın tabanlı, beyaz bantlı topuklu ayakkabılar. Sanki Salı Pazarı’na alışverişe çıkmış. Yanındaki arkadaşına gülerek bir şeyler anlatıyor. Gözüm ayağına takılıp kalıyor. Depremin izi orada çünkü: Bantların arasından görünen çıplak ayakları toz ve kan içinde.

HÜR’ce 99

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder