10 Eylül 2009 Perşembe

Kendime kendimce notlar 4

Dost dediklerimiz olmasaydi yara denen tecrubelerimiz olur muydu hic?! Bana yalan söyleyen, arkamdan bıçaklayan tüm dostlarima minnettarim.

Kendime kendimce notlar 3

Bazı insanlar şömine ateşi gibidir; yüzünü ısıtır, sırtın buz gibidir.

Kendime kendimce notlar 2

Ne yazıktır ki, cahiller bilgisizlikleriyle savasmak yerine bilgiyle ve ona sahip olanla alay etmeyi seçiyorlar. Oysa, bilmiyorum demek, öğrenmeye çalısmak alay etmek için kıvranıp kendini küçük düşürmekten daha kolay...

Kendime kendimce notlar 1

İki ayak üstünde durup yürümeleri, konuşma yetisine sahip olmaları ve hatta okuma-yazma bilmeleri, bazılarını "insan" olarak tanımlamak için yeterli değildir.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sevgiyi affedebilsek...

Ne büyük cefadır kin yüklü yılları sırtında taşımak. Geçmişin küfesinde biriken kırgınlıklar, yaralı ve öfkeli ruhların çökük omuzlarında taşınır aylardan yıllara. Elde avuçta tek kalansa, yanıtsız sorulara eşlik eden keşkelerle acabalar. O öyle demeseydi... Ben böyle yapmasaydım... Şu şöyle olmasaydı...

Her şeyin zamanı var derler ya, her zamanın da şeyleri var: İçinde yanlış anlamaların, yanlış anlatmaların, saldırgan körlüklerin, korkak sağırlıkların, bencil dilsizliklerin birbirine karıştığı bir teknesi; o şeyleri yoğuran merdanesi; önümüze yığılıveren ayrılıklar, kopuşlar, yıkılışlar, çöküşler.

Nesilden nesile aktarılabilseydi asıl tarif... Bir büyük baş duyarlılık, bir su bardağı şefkat, bir tutam hassasiyet, bir çimdik özveri koyabilseydik o tekneye, omuzlarımızda sevginin sıcacık, yumuşacık şalıyla oturmuş yaşamın tatlı pastasını atıştırıyor olurduk.

Ama heyhat, bunlar yaşanmak zorunda, değil mi? Bencil olmalı, yanlış anlamalı, çarpık değerlendirmeli, kırıcı sözler söylemeli, var olanı yıkmalı, umurumuzda değilmiş gibi arkamızı dönmeli, önemi yokmuş gibi bir kalemde silivermeli, çekip gitmeliyiz. Aç gözlü bir tüketicilikle, nasılsa yenisini alırım aymazlığıyla omuz silkmeliyiz. Kaçamadığımız pişmanlıklarımızı suçlamalara dönüştürmeli, için için çektiğimiz acıyı kendimize kamçı edinip yürümeye devam etmeliyiz. Ders almak olmalı, burnu büyük kırgınlığımızın adı. “Üstesinden gelmek” olmalı, yüreğimizin kovuğunda titreyerek saklanan özlemlerimizin bastırılmışlığının adı. Gurur olmalı, yitirilen dostlukların ardından uykuda dökülen yaşlarla yıkanan kibirin adı.

Evet, böyle olmak zorunda. Sevgisiz yaşamın anlamsızlığını kavramak için kendimizi yoksun bıraktıklarımızın yarattığı boşlukları görmeliyiz. İçimiz burulmalı. Anlık geri dönüşler yaşayıp düzeltebilmeyi dilemeliyiz. Göğsümüze yayılmalı alev alev bir üzüntü. Yılların geri dönmediğini haykıran beyaz tellerle çizgileri sayarken, geçmişi değiştiremeyeceğimiz gerçeği tekrar tekrar çarpmalı yüzümüze.

Anca bu şekilde kalan yılların kıymetini anlayabiliriz. Affetmeyi öğrenebiliriz belki; hem kendimizi, hem terk ettiklerimizi. Ve belki o zaman kendimizle ve tüm evrenle barışır, özgürlüğümüze kavuşuruz.

İşte o zaman sarılır sevgisizliğin yaraları. Tatlı bir esinti gibi okşar saçlarımızı bilge merhamet. Sıvazlar sırtımızı umudun güçlü elleri. Kanat açar ruhumuz coşkuya, ürkek adımların yerine sakin ve emin bacaklarımızın üstünde devam ederiz tekamül denen yola. Kim bilir, belki o zaman yeniden karşımıza çıkar sevgi. Yitirilenler geri dönerler; belki kendileri, belki bahar kokulu güzelim suretleri...

Affedebilirsek sevgiyi...

HÜR’ce,
08/09

29 Haziran 2009 Pazartesi

İçiyorsam sebebi var...

Yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma, demişlerdi. Nezaketten asla ödün verme, diye öğütlemişlerdi. İnsan insana her zaman muhtaçtır, diye uyarmışlardı. Sev beni seveyim seni, diye kulaklarımıza küpe takmışlardı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin kolayca feragate dönüştüğünü anladığında fren yapamayacak noktaya gelmiş oluyor. İçi hayır, diye çığlıklar atarken ağzı uysalca peki, deyiveriyor. Ortam gerilmesin, aramız bozulmasın, o üzülmesin, bu kırılmasın, aman benden olmasınlarla örülmüş bir hücrede buluyor kendini. Ayıplarlar, kızarlar, gülerler, alay ederler... Başarısız sayılmaktansa, küçük düşmektense, sevilmemektense, kabul görmemektense... Sayılı gün çabuk geçer hesabı, ne olacak susarım, biraz daha dayanırım, diyor kendi kendine... Ondan istenilenleri yapmak, olması istenilene ulaşma çabasına dönüşüyor. Aile boyunduruk, iş zorunluluk, dostluklar yalan, arkadaşlıklarla ahbaplıklar pazar yeri, dünya boş, hayat yeknesak... Günler yılları kovalıyor, gençlik ölüyor, masumiyet isyanlarda... Ve insan kimseye yakınlaşamadan kendinden uzaklaştığını farkediyor. Hayalet bedeni, silik ruhuyla sürükleniyor alışkanlık döngüsünün girdabında. Boğuluyor.


İçine attıkları dağ gibi birikip de bıçak kemiğe dayandığında ve zihninin kayışları kopmaya başladığında ve böyle gelmiş böyle giderin kamçısı sırtında şakladığında, alkolle yutmaya çalışıyor dilinin ucuna kadar gelenleri. Kendi isteklerini, arzularını, beklentilerini, öfkelerini, kırgınlıklarını alkole batırıp sözüm ona pelteleştirmeye çalışıyor. Oysa, o güne kadar kendisine öğretileni, tek bildiği şeyi yapıyor: Sahtekârlık. Oyunculuk. Rol kesmek.

Baskılarla tıkanmış boğazından aşağı dökülürken alkol ve uyuşurken katılmış beyni, gevşerken özdenetimin paslı, kalın zincirleri, biliyor ki kaçıverecek hapsolduğu o daracık hücreden ruhu. Serecek gözler önüne isteklerini, özlemlerini. Dökecek ortaya içindeki can kırıklarını. Açacak bakkal defteri gibi tıkış tıkış satırlarla dolu anılar şeceresini. Kendisinden esirgenen anlayışı, merhameti, sevgiyi, iyi niyeti soracak. Yeniden hesaplayacak verdikleriyle aldıklarını; yitenleri, gidenleri, hiçlikleri. Alacaklıyken kendisini borçlandıranlara esecek, yağacak, kavuracak, öfkesini kusacak. Hapsolduğu hücresine dönmesine dubleler kala, yakaladığı fırsatı nimet sayıp hiç tanışmadığı kendisi olmaya çalışacak beceriksizce; korkusuz, gamsız, umarsız... Normalleri, aralıkları, dereceleri boşverecek; ayıpsız, teklifsiz, sınırsız, bağımsız benlik hasretinin sabırsızlığıyla, sakarlıkla saldıracak “hakkını aramak” için, “kendi payını kurtarmak” için...

Ağzımdan kaçtı, istemeden oldu, diyecek sonradan. Sarhoştum, hatırlamıyorum, diye savunacak kendisini. Umursamamanın tadını almış ruhu hücresine geri çekildiğinde utançla yüzleşecek. Esriklik bedenini terkederken, dibini görmüş şişelerin ve boş kadehlerin onu toplumun düstur çukurunda terkedip gittiğini görecek. Başkaları yerine, başkalarının ona öğrettiği gibi, başkalarının ağzından hesap soracak kendine. Yerden yere vuracak alkolize özgürlüğünü. Tanımadığı, sınırlarını bilmediği, kendine yabancı bir benliği sergilemiş olmaktan duyduğu pişmanlık avuçlarında sıkacak çaresiz yüreğini. Hedefini şaşıran bir öfke zonklayacak şakaklarında. İçinde başlattığı savaşın derin yaralarını şişelerce meyle onarmaya çalışacak bir kez daha. Ve sonra yeniden... Ve sonra hep... Aynı melodiyi terennüm edecek gafil dudakları; nasıl geçti habersiz... Beyhude bakacak damarları fırlamış, yaşlı, güçsüz ve boş ellerine; yakalayamadı saçlarından baharı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin feragate dönüştüğünü anladığında o güzel gözlü ceylanların, pınarların, kuşların, ağaçların, binbir renkli çiçeklerin varolmadığı noktaya gelmiş oluyor. Çünkü yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Kendimiz olamamışız. Başkalarının yontup şekillendirdiği, kıymıkları bize batan kimlikler içinde hapsolmuşuz.

HÜR’ce

26 Haziran 2009 Cuma

Delirum

Müşteri: Gelmeyin lan üstüme! Sen sırana geç bakiim, kalemi sokucam şimdi gözüne! Balıklı Rum Hastanesi mi lan burası? Kalk Bankası, Kalk Bankası! Yönetim istifa! Tuvalet kadar yer açmışlar şube diye... Dolarınıza, avronuza, ananıza bacınıza yüksek faiz! Yaa çekmeyin kolumu...

Güvenlik Memuru: Allah allah! Alt tarafı 2 saat 13 dakikadır buradasınız bayan! Ne olmuş yani bankodaki arkadaşlar biraz muhabbet ettilerse... Sosyalleşmek iyidir... Bakın onlar da çok yoğun. Onun doları, bunun boşalı; havale geçiriyorlar. Yazık değil mi?

Müşteri: Elin habeş maymunu kılıklı herifinden güvenlik memuru yapan kurumdan hayır mı gelir? Güvenlik memuru dediğin güven verici bir tipe ve kılığa sahip olur. Bankada stres altında bulunan mudileri yatıştırmak da görev tarifleri arasında sayılır. Ayrıca banka şubesi içinde bulunan mudileri bir bakışta sayabilmeli, saydıklarını şube personeli sayısına bölebilmeli ve çıkan sonucu beşle çarpabilmelidir. Söz konusu memur, bayanlara ters bakan kavat müşterileri kötü bakışlarıyla etkisi altına alabilmeli, şerefsiz fikir sahiplerini namuslulardan ayırabilmelidir. Güvenlik memuru dolara, avroya ne kadar faiz verildiğini bilmeli, hatta Kapalıçarşı altın piyasasından herkesi tanımalı, tanımasa da en azından birkaçıyla rakı sofrasına oturmuşluğu bulunmalıdır. Totototo...Üçüçüçüçüçüç.. Sesesesesesseeee...Deneme bir-ki.. Se-se-se...

Müdire: Ne bu gürültü ayol! Hep şikayet, hep şikayet... Sabahtan akşama bir sürü muşmulayla dertop olmaktan gına geliyo zaten; bi de bu menopozlu çıktı başımıza! Lafebesine bak, hala yumurtluyo oradan bir şeyler... Bankaya geldin mi, efendi gibi sıraya girersin; girmekle kalmaz kuzu kuzu işlem sırasının sana gelmesini beklersin. Müşteriysen müşteriliğini bil; huzur, düzen ve nizamı bozma!

Müşteri: Bu düzeni istemiyoruz! Kahrolsun bu düzen! Bize yeni bir düzen lazım! Yok mu bizi düzen? Siz gidin üstünüz gelsin. Yok mu sizin üstünüz?

Müdire: Yok, sadece altımızla çalışıyoruz. Hava daha sıcak olursa onu da çıkarıyoruz... Yaklaşma saplarım bu şişi iki kaşının ortasına! Yahu bırak memureyi... Daha ticaret lisesinden yeni mezun oldu; onun bu konuyla ilgisi yok!

Güvenlik Memuru: Hanfendi, kendinize gelin! Geçin sıraya, geçirmiiim. Valla veririm cep numaranızı operasyon servisine, mesaj bombardımanı altından üç yılda çıkaramazlar sülalenizi... Şşşş, alüo, kime diyorum! Kaçak yapı kılıklı karı! Bak hala konuşuyo! Geçççç sıraya! Bırak rozetimi... Saydırıcam şimdi yıldızları sana... Aghhhh!

Sağlık Görevlisi: Hanımefendi, sakin olun. Bitti... Gelin sizinle bir gezintiye çıkalım. Evet, bankanın çekilişinden size kırmızı araba ve gömlek çıktı...

Müşteri: Kapının önünden binmem, valla elaleme karşı ayıp olur. Hayır, bana yakışmaz. Ambulansın şöförüyle konuşucam, çağırın onu bana. Binerim ama bir şartla; şu bankonun arkasındaki kadın da benimle gelecek. Valla ısırmıycam bir daha; kuzu kuzu durucam yanında; o gelmezse gitmem. Peki o zaman güvenlik memuru gelsin. Güven sorunumu anca böyle çözerim. N’olucak, iki adımlık yol ya; korkmayın kimse soymaz bu hela kılıklı bankayı... Bırakın, imdaaaattt!

***

Doktor: Hmmm... Müdire hanımı 6 numara şişle delmeye kalkışmak... Memureyi fotokopi makinesinin kapağı altında ezmek... Efendim? Anlıyorum, demek memur sayısını yeterli bulmamış... Ner’de kalmıştık? Evet, telefon faturasını güvenlik memurunun kulağına zımbalamaya kalkışmak... Ha? Kulağına küpe olsun diye demek... Sırada bekleyen müşterileri sucuklu tostla tehdit etmek... Yine güvenlik görevlisinin rozetini penisine iğnelemeye kalkışmak... Hemşiranııııım, hastamıza odasına kadar eşlik edelim lütfen. Rica ederim sakin olun; birazdan gelip sizi tekrar dinleyeceğim. Tamam, geçti artık; tamam çekicimi bırakın lütfen. Güvenlik görevlisi cerrahi servise gitti; onu bir yere çakmanıza da gerek yok zaten.

Müşteri/Hasta: Durun... Çekiştirmeyin! Odaya giderim ama bir şartla. Şu kalp doktoruna benzeyen adam da benimle gelecek. Hemşire hanımı siz alın, bu akşam sizde kalsın; yarın sabah da bankaya gitsin; güvenlik memurunu alıp buraya getirsin. Pipisine bakacağım, bir şey olmuş mu diye. Anlamıyorsunuz doktor. Söylenenler külliyen yalan. Müdire hanımı şişlemeye kalmadım. Memure de fotokopi makinası üzerine kendi yattı. Zaten bir garip bakıyordu; deli miydi ne? Bu sırada telefon faturam çalmaya başladı; alo dedim, cevap gelmeyince güvenlik memuru duyar diye onun kulağına tuttum. Ayrıca rozetini pipisine iğnelemeye çalışmadım; internete bağlanmak istemiştim o kadar. Pardon doktor, gömleğinize %10 faiz versem benimle uyur muydunuz? Şşşşt, gürültü yapmayın, paranız uyanmasın. Gidiyorum, itmeyin, gidiyorum... Kalp doktoru geliyor mu?

Müdire: O çılgın kadın bizim şubeye girdi bir hışımla... Ne o, telefon faturasını ödeyecekmiş, işi acilmiş, ofise dönecekmiş, bir fatura için bu kadar beklenir miymiş? Biz de elimiz elimiz üstünde oturuyoruz sanki... Sadrazamın... Tövbe tövbe... Sonra müşterilerden birini haşladı; temmuz ayında sucuklu tost yedikten sonra insan içine mi çıkılırmış; çıkısa da bankaya mı gelinirmiş; açık havada rüzgara karşı ağzı açık şekilde 2 km koşmadan umuma açık yerlerde konuşupp kahkaha mı atılırmış... Bizim güvenlik memuru da kadını yatıştırmaya çalıştı; meskun mahalde huzuru sağlamak maksadıyla tabi. Vay efendim, sen misin karışan! Ne habeş maymunluğunu bıraktı adamcağızın, ne güven telkin etmediği... Saydı sövdü. Şube de tuvalet kadarmış; aynaları kırdı hep; parçalanınca geniş gösterirmiş...

Uğursuz karı! Banka batarsa şaşırmam! Ben şubeme hela dedirtmem efendim! Ben de zımbayı kendisine doğru kibarca sallayarak... yok efendim, ne tehtidi, biraz geri püskürtmek diyebiliriz ama zarar vermek asla! Ne diyordum, evet, usulca zımbayı sallayarak kendisini uyardım. Sonuçta bizler de üç kuruşa çalışan eşekleriz, değil mi ya? Ama gözü dönmüştü bir kere. Kendisini kolundan kibarca tutan güvenlik memuruna saldırdı önce. Sonra bankonun üzerinden atlayarak benim üzerime yürüdü. Ben çok iyi şiş kullanırım; dakikada 52 ilmek atar, adamın alnına zeki müren kirpiği çakarım. Saldırıyı savuşturdum tabi. Benimle başa çıkamayınca diğer memur arkadaşa saldırdı. Fotokopi makinesinin üstüne yatırdı, yaşasın gremlinler; bunlara yemek yeridmeyeceksiniz, üstlerine su döküp çoğaltacaksınız, siz bilmezsiniz, bunların bakımı zordur, diye haykırarak kızcağızın fotokopisini çekmeye başladı... Dehşet içinde kalmıştık... Hürkk.. Fork... Devam edemeyeceğim...

İki ay sonra...

- Hemşiranım, bana cevap verin lütfen; hasta bu çiviyi neden takmış kafasına?
- Doktor bey, hasta kendini cep telefonu sanıyor; bu da anteni oluyormuş.
- Tutun şunun ellerini, anteniyle oynamasın; beynini delecek şimdi. Sigortası da yok; elimizde patlar valla. Bir de sorun bakalım, hangi marka cep telefonuymuş; ona göre Nokia veya Samsung koğuşlarından birine koyun.
- Ben soramam valla doktor bey. Bıktım bu hastadan; iyileşeceği yok bunun. Geçen gün de hademe Memduh’un yüzündeki et benini koparmaya kalktı. Neymiş, yemekte hiç et vermiyormuşuz, canı çekmiş. Aaaa, uğraşamayacağım bu karnivor karıyla! Üstüne üstlük bir de yan koğuştaki banka memuresini dövüp duruyor her fırsatta. Dün kadını tuvalette yakalamış; klozetin üstüne oturtmuş, sol eliyle ağzına tuvalet kağıdı sokup sağ eliyle de gözüne bastırıyordu. Bir yandan da bankamatik yine bozuk, diye bağırıyordu. Kadının gözünü zor kurtadık valla.

Dört ay sonra...

- İyileştim artık doktor; kendimi çok zinde hissediyorum. Hayat gözüme daha güzel görünüyor. Ekranım genişledi, megapikselim arttı. Daha kolay mesaj yazıyorum artık. Her yerden internete de bağlanıyorum. MP3 indirip arkadaşlarımla paylaşıyorum. Yeni piller de çok iyi geldi. Eskisi şarj tutmuyordu; lafım ağzımda kalıyordu. Hayır bir şey değil, karşı tarafa ayıp oluyor tabi. WAP ayarlarımda bir arıza vardı ama teknik servisi çağırdı arkadaşlar, onu da hallettik. Yoo, müdire hanımla aramızda hiçbir sorun kalmadı. Artık çok iyi anlaşıyoruz. Yataktan kalktığımda saçlarımı dağıtan gorili kesip ay ışığında yedik dün gece. Dünyanın dikdörtgen olduğunu farkettim. Kuşlar gibi özgür hissediyorum kendimi. 2 litrelik yudum içmiş gibi hafifim üstelik. Üstün yol tutuşum, 4 hava yastığım ve ABS sistemimle tamamen güvenilir biriyim artık.

HÜR’ce

Daha çok ağrır başımız...

- Efendimiiiiiz?
- Hııı?
- Efendimiiiiiiz...
- Ne var?
- Efendii...
- Hay sana da, efendine de... Ne var ulan? İki dakka rahat bırakmıyorsunuz ki Tanrıyı! Aşağıda bir sürü peri kızı... Hazır Hera’yı uyutmuşum... Güzellik uykusuna yattı, ne işe yaradığını hiç anlamadım ya... Vır, vır, vır...
- Şey, efendimiz, hani bir kaç ağrı ifriti vardı ya...
- Eee?
- Hani Akeron’a hapsedilmelerini buyurmuştunuz...
- Evettt?
- İşte o ifritler var ya...
- Konuşşş be adammm! Hera uyanacak şimdi; uyanacak, sonra da oyacak...
- Eeee...
- Bak kötü etme tanrıyı... Çarpıcam şimdi...
- İşte o ifritler yeryüzüne kaçmışlar...
- Neah?! (Gürzzz... Kraşşş) Hay kahrediim!
- 278.
- Ne?
- Tapınaktaki 278 kişi.
- Ne olmuş onlara?
- Düşürdüğünüz yıldırım onlara isabet etti de...
- Yahu şu yıldırımları ortalık yerde bırakmayın, diye kaç kere söyliycem? Bir şeyi de bi’ kerede yapın be kulcağızım! Neyse, o 278’ini Hades’in defterine kaydedin. Gebe kadın sayısını da artırın. Eros’a söyleyin, Olimpos’tan ayrılmasın; fazla mesai yapacak artık. Afrodit de biraz kırıtıp dolaşsın ortalarda; dikkatleri dağıtmak lazım. N’apalım, idare edicez artık.
- İfritler n’olucak efendimiz?
- Onlar nasıl kaçtılar? Kerebos ne halt ediyormuş onlar kaçarken?
- Ehm, onu bayıltmışlar efendimiz...
- Ulan boşu boşuna üç kafa verdik o ite de... Biri bile işe yaramıyo... Defolu çıktı zaar... Hades ner’de peki?
- Cehennemin dibinde.
- Çağırın onu bana!
- Geldim, geldim...
- Oğlum sen ne iş yaparsın ya? Üç-beş tane ifrit emanet edelim dedik, onu da yüzüne gözüne bulaştırdın...
- Ama abi...
- Ne aması lan? Yeryüzü birbirine girmiş, kullar birbirinin gözünü oyuyor; sen zeytin ezmesi gibi yayılmış oturuyorsun. N’olucak senin bu halin be güzelim? Hııı? Yemedim, yedirdim; giymedim, giydirdim...
- Ama abi sen pek giyinmeye fırsat bulamıyorsun ki zaten... Heralar, huriler falan...
- Höyyyt! Dağıtma konuyu! Yaradılıştan bu yana senin için saçımı süpürge ettim ben! Çok çalıştım seni rahat ettirmek için. Yarattım, çoğalttım, yağdırdm, estirdim, akıttım,... Dişimden tırnağımdan artırdım, altına bi’ krallık çektim. Ama yoook, senin içinde yok! Hiç soruyor musun bu evren nasıl dönüyo diye? Tek başıma her yere yetişemem ki canım! N’olur bi’ ucundan da sen tutsan?
- Öyle deme abi ya... Ben de zor günler geçiriyorum... Psikolojim bozuldu yer altında. Asklepios’a göre ağır depresyon geçiriyormuşum. Bunalımdayım... İzin istiyorum. Tatile ihtiyacım var... Alıp başımı gidesim var...
- Başlarım sana da, psikolojine de... Ne izni uleynnn? Zıbıttırtma tanrıyı...
- Bühüüüü... Hürk... Ama ama... Hüüüüü...
- Neee? Ne aması? Höykürme de anlat!
- Ben ister miyim böyle olsun? Gül gibi işim var; Styx’e bakan nehir manzaralı bir ofis; Moira’ların makas sesinden başka çıt yok... Ama insanlar... (fırk) sövüp duruyorlar. Bana kadar geliyor konuşmaları... Hastalanırlar, ben suçlanırım. Depremde evleri yıkılır, bana sayıp söverler. Savaşta ölenlerin akrabaları adımı açgözlüye çıkardılar; ruhlara doymuyormuşum. Ben mi savaşın diyorum? Yüzünü Hades görsün, diyorlar kızınca. Kadınlar bile (hıck) çocuklarını, mamanı yemezsen seni Hades’e veririm, diye korkutuyor. Çok gücüme gidiyor...
- Gücüne gidiyormuş sıpanın... Evladım, kaç kere söyliicem sana? İktidarda olana her şey müüü-bah-tıııır! Böyle her sözü tavrı ciddiye alırsak n’olur bizim halimiz? Şikayet etmeyen, hayatından mutlu olan, kafası çalışan teba hiç görülmüş şey mi? İnsanoğlu bu; her lafı eder. Ben bilmiyo muyum kendi sıçtığım boku... Her şey güllük gülistanlık olsun; kaşının altında gözün var deyip birbirini boğazlar onlar. Bak yakında Lidyalılar para diye bir şey icat edecekler. Otur seyret... Çok değil, iki bin yıl sonra gel, her şey aynı olacak. Sana bana küfredip bildiklerini okuyacaklar... Hadi, hadi ağlama ama... Neyse, üç-beş ifrit için sıkmayalım canımızı. Sen de bundan sonra akıllı ol, tamam mı külbastı gözlüm?
- Efendimiz... İfritler ne olacak?
- Amaaan, bir kaç gün insanların başı ağrır, sonra alışırlar, susarlar. Ben sana bir şey söyleyeyim mi; ağrı olmasa yaşayamaz onlar. Bu hep böyle olmuştur zaten.

HÜR'ce

25 Haziran 2009 Perşembe

Eskişehir'e Yeni Adet

İsmi lazım değil Eskişehir’li yazarlar oldukça sevimli bir tablo çizerler şehir hakkında. Onların gözünden bakıldığında gerçek hayat siliniverir. Bir rüyalar aleminin kapısını açarlar size ve cennetin adını kulağınıza fısıldayıverirler: Eskişehir. Kitabı kapayıp bulduğunuz ilk trene atlayarak gitmek istersiniz.

Hemen söyleyeyim; çok da haksız sayılmazlar. Eskişehir İstanbul’un kaosundan ve hırçınlığından sonra, bir Tibet rahibi dinginliğiyle karşılıyor insanı. Her ne kadar Eylül ayında, sabahın dördünde trenden inene eksi bilmem kaç dereceyle şamarı patlatsa da, bu tokat bizlere yabancı gelen Anadolu insanının sıcak şakalaşması gibi; sert ama art niyetsiz.

Her mevsim kartpostallardan fırlamış karelere benzeyen parkları; Porsuk üzerinde gerdanlık gibi ışıldayan köprüleri; şehrin dört bir yanına serpiştirilmiş, akademi öğrencilerinin imzalarını taşıyan heykelleri; parmak ısırtan yapay plajı ile büyülü bir Avrupa kentinde dolaşmanın keyfini yaşatıyor Eskişehir. Hatta çok detaycı ya da tutucu değilseniz, bir Paris, bir Londra gibi ortasından nehir geçen şehirlerin büyüsüne tanıklık edebilirsiniz. Çünkü şehrin yüzü bilinçli bir makyöz tarafından boyanıyor. Yıllardır koltuğunu kimseye bırakmayan belediye başkanı, akademik bilinci sanatçı bir ruhla birleştirip huysuzlara ve uyumsuzlara kulak tıkamaya devam ediyor. Onun resmettiği Eskişehir, lüks tranvayları, sakin trafiği, büyük kentlerden aşina olduğumuz mağazalarla renklenmiş iki büyük caddesi ve Beyoğlu’nun 90’lı yıllardaki hoş cıvıltısını anımsatan tatlı kaçık üniversite gençliğiyle, içine kapanık bir Anadolu kenti olmanın çok ötesinde.

Hava Kuvvetleri’nin askeri ciddiyeti de Eskişehir tablosundaki renklerden biri olarak yerini almış durumda. Türkiye’nin en büyük hava gücüne ev sahipliği yapan şehir aynı zamanda Ortadoğu ve Balkanlar’ın tek havacılık okuluna da sahip. Bunun günlük hayata yansıması ise mütevazi bir sessizlik. Uçakların kalkışı ve geçişi sırasında, bu gümbürtüye alışık olan şehrin yerlileri olayı suskunlukla karşılarken yabancılar uçak sesini beyhude yere bastırmaya çalışıyor. Onun dışındaysa, dost meclislerinin tatlı mırıltısı eşlik ediyor Porsuk’un dinginlinğine.

Eskişehir’in insanları çok sıcak. Bizim gibi Bizans kumpasları içinde sıkışmışların nezdinde saf bile kalıyorlar. Günlük hayat İstanbul’un teknorutin temposuna oranla oldukça ağır akıyor. Ataerkil düzenin hakimiyetini henüz yitirmediği şehirde kadınlar gündüzlerin sosyal profilinin yapı taşları. Gün düzenlemek oldukça rağbet gören bir etkinlik ve gelir kaynağı. Evler, misafirlerin kusur bulamayacağı şekilde ince ince temizleniyor; maharet göstergesi yiyecekler özenle hazırlanıp beğeniye sunuluyor (bkz. yemekteyiz) ve tabii ki bolca sohbet ediliyor. Hayatınız hakkında hiçbir gizli saklı kalmamasına aldırış etmemek ve antisosyal bir duruş sergilememek (en azından özel hayatınızın didiklenmesini nispeten önlemek) için geniş bir konu arşivine ve mümkünse sergileyebileceğiniz örgü modellerine sahip olmak bu işin olmazsa olmazları. Bir gün önce ağırladığınız bir insanın evine birkaç gün sonra aynı seremoniyi yaşamak üzere gitmek, büyük şehirlerin çalışan kadınlarına göre evcilik oynamak gibi ama insanlar arasındaki bağı güçlendirdiği şüphe götürmez. Günlerden söz etmişken çiğ böreği atlamamak gerek. Eskişehir’de ne yerim, diye soruyorsanız, cevabı buldunuz bile.

Bunlar Eskişehir’in dışarıdan gözlenen güzel yüzü. Dışı ziyaretçileri, içi Eskişehirliler’i yakar. Onlara sorduğunuz zaman, en az bir on yıl geriye dönmek istiyorlar. Üniversitenin ve gençliğin şehirlerine çok şey kattığının farkındalar ama bu faydalar, kentlilerin yitirdiklerini gözlerine sokuyor sanki.

Öğrencilerin akın etmesiyle en başta kiralar artmış. İstanbul’da 700-800 TL’ye oturabileceğiniz bir daire Eskişehir’de 1500 TL’den açıyor kapısını. Evlerin değerini artıran öğrencilerin gönlünü hoş tutmak ve dahasının da gelmesini sağlamak için ünlü markalar da akın etmiş Eskişehir’e. Caddeleri mekân tutan firmalar fiyatların daha da yükselmesine yol açmış. Eti ne budu ne halkın geliri ortada ama “modernleşme ve bir öğrenci kenti olma” evrimi geliri artırmanın yollarını düşündürmeye başlamış. Bazı açık gözler sıra sıra barlar açmışlar. Türkü barlar, rock barlar ya da sadece barlar... Bu mekânlar tamamen öğrencilerin kendi başına yaşama, aileden uzak olmanın özgürlüğü, hayata isyan ederek kendini ifade etme gibi ergen devinimlerini paraya çevirme amacı güdüyor. Bu uğurda 14-15 yaşında çocuklara bile "çay-hani şu bizim zamanımızdaki okul çayları” gibi etkinlikler adı altında içki servisi yapanlar bile var. Ve kentlerinde sağ sol kavgasını bile yaşatmamış olan Eskişehirliler, sayıları giderek artan kavgalardan, hırsızlıklardan, şiddetten, uyuşturucudan rahatsız oluyorlar. Geceyarısı güvenle yürüyebildikleri caddelerini, çocuklarını endişelenmeden gönderdikleri okul kapılarını, sıcak komşuluklarını, en önemlisi de huzurlarını özlüyorlar.

Benim gibi, iki günlüğüne kaçamak tadında gidenler için, ucuz sebze-meyvesiyle, her şeyin üç adımlık mesafede oluşuyla, çıkarcılığın, fırsatçılığın, üçkağıtçılığın henüz yüzleri karartmadığı insanlarıyla çok sevimli ve neredeyse yaşanası bir kent Eskişehir. Gezdiğim birçok kentteki insanın hafızamda bıraktığı olumsuz izlenimin aksine, tanıdığım tüm Eskişehirliler gerçekten temiz, dürüst, yardımsever ve iyi niyetli insanlar.

Ama Porsuk kıyısında oturup şöyle bir etrafı izlediğinizde Jean Jacques Rousseau'nun "Itiraflar" adlı eserinde ne anlatmaya çalıştığını kendi gözlerinizle görüyorsunuz: Insan denen varlık, yaratılış itibariyle temizdir. Onu kirleten toplum yaşamıdır. Sosyalleşmek adına doğadan uzaklaşan insan kendi yapısına aykırı davranışlar geliştirmeye başlar ve bu da mutsuzluğunun temelidir.

Evet, Eskişehirli yazarların gözünden bakıldığında karşınıza çıkan çok güzel bir panorama. Ama fazla "yumuşak". Bir diğer deyişle, fazla özenli, fazla düzgün.

HÜR'ce

24 Haziran 2009 Çarşamba

Başarır mıyım, bilemiyorum...

Başarıp başaramayacağımdan emin değilim. Bugüne kadar öyle ya da böyle, bir şekilde yol katetmiştim. Daha doğrusu katetmişim.

Günlerdir düşünüyorum: “Bu işe başlamak için geç kalmış sayılmaz mısın” diye sormuştu pattadanak ilk ortağım. Mağrurdum, istekliydim, burnum düşse, dönüp yerden almayacak kadar gururluydum. “Hiçbir şey için geç değildir”, dedim kısaca. Yıllarca da sürdü bu kendinden emin tavrım. Attığım her adımda bir basamak tırmanmış buldum kendimi. Kalemim kuvvetliydi. Fikirlerim parlaktı. Sorumluluklarım arttıkça coşku ve heyecanım da büyüdü. Kendi iç dünyamda kusursuz bir çark oluştu. İş hayatım, yol gösterici bir yıldız oluvermişti.

Büyük hayallerim ya da hırslarım olmuş muydu? Sanmıyorum. Başarılı olmak istiyordum. Herkes tarafından takdir edilmek, iyi para kazanmak ve sakin, sessiz hayatimi sürdürmek. Canim istediğinde arzu ettiğim kitabı, CD’yi alabilmek… Gezebilmek… İlk buzdolabı aldığımda duyduğum sevinci halen unutamam. Yaşadığım yer sanki o buzdolabi girmeden önce ev değildi. İçine, demiştim, iki tencere yemek de koydum mu, gerçek bir anne evi olacak.

Böyle küçük mutluluklarla oyalanıyordum ben. Keyfim yerindeydi. İşimi seviyordum. İşim beni seviyordu. Bir erkeği seviyordum. Bir erkek beni seviyordu. Kedimi seviyordum. Kedim beni seviyordu. Arkadaşlarımı seviyordum. Arkadaşlarım beni seviyordu.

Sonra ilk büyük tokat geldi. Her şeyin topyekun rayında gitmeyeceğini gösteriyordu hayat bana. Kıçımda 42 numara postal iziyle kalakalmıştım. Ardından çocukluk arkadaşım veda etti bana. Yetmemişti; dostum dediğim insan kendi elleriyle hazırladığı dev bir kazığı sıcak sıcak yediriverdi. Kedim öldü. Kendimi güvende saydığım iş yerimde sorunlar çıkmaya başladı. İnsanlar gibi iş yerlerinin de bir çıkışı ve ardından bir de inişi varmış. Varmış işte!

Dünyamın böylesine tepetaklak dönüvermesi garip bir sarhoşluk hali yaratıyordu. Başım dönüyordu. Ve sanırım her yanım ağrımaktaydı. Başta da kalbim. Sanki ruhum iki dünya arasında sıkışıp kalmıştı ve ben komada, bitkisel hayattaydım. Yaşam akıp gidiyordu. İçimde heyecan yoktu. Neşe, sevinç terkedip gitmişti beni. Dev bir su tankının içinde boylu boyunca yatmıştım, ölmeyi dileyerek salınıyordum suyla beraber.

Hayatımı sorgulamaya ilk o zamanlar başladım sanırım. Didinmek neydi? Çabalamak ne işe yarıyordu? Neye, kime göre başarılı sayılıyordum? Ne/neler yaparsam başarılı insan olurdum? Nasıl bir değişim/gelişim geçirirsem insanlar tarafından terkedilmezdim? Ben neresiydim, burası kimdi? Ne zaman “O” olmuştum kendime? İnsanlardan nefret etmeye ne zaman başlamıştım? Gerçek bir kaybeden olarak hayatımın bir geri sayımdan ibaret olduğuna ve ölümün eninde sonunda beni kurtarmaya geleceğine ne zaman inanmaya başlamıştım? Olayların üstüne giden, savaşçı, takipçi, yenilikçi, canlı, enerji dolu “BEN” nereye gitmişti?

4 yıl boyunca kaybettiğim ruhumu aradım durdum. Sabır, dedim. Dişimi sıktım. Dayan, dedim. Dişimi sıktım. Yaşamalısın, dedim. Dişimi sıktım. Her şey yoluna girecek, dedim. Dişimi sıktım. Ve bir gün umut da tükendi. Kabulleniş seslendi: “BEN” sırra kadem basmıştı. Onu kovalamaya gücüm yoktu. Hatta belki istek de duymuyordum. Yitirilenin ardından duyulan çaresiz acı ve hüzne alışık ve belki de bundan zevk alan bünyemle “BEN” için yas tutuyordum. Sonra bıraktım peşini. BENin yerine gelen O ile devam edecektim günleri saymaya. Yolu yarılamıştım nasılsa.

Şimdi? Şaka gibi. BEN kayıp. Bitkisel hayattaki O sahnede. İş yerimde yokmuşum gibi davranılıyor. İçimi en çok acıtan sorumluluğumun olmayışı. Bana güvenilip de yetki verilmemesi. Değerim yok. Hatta görüntüm bile yok. Hayatımın AŞKInı buldum. Evlenmek üzereyim. Dimdik ayakta durmam gereken bir zamandayım. Aşkımı yaşamalı, işimde parlamalı, para kazanmalı, sevdiğimi mutlu etmeliyim. BEN burada olsaydı her şeyi yoluna koyardı, biliyorum. Dişimi sıkmam gerekiyor. Dişimi sıkıyorum. Dişlerim taşımıyor.

Dişçimin koltuğunda yarı uyuşmuş, acı yorgunu otururken ve o beynime saplanan ağrıların nedenini bulmak içi saçını başını yolarken, tam oracıkta…Kaçmak istiyorum. Küçük hayatların arasında gizlenmek. Kimsenin beni tanımadığı, bilmediği sokaklarda kimliksizliğimle gezinmek. İnsanlara bakmak. Yazılar yazmak. “BEN”in anısına. Kedilerle, köpeklerle, “zuzu”larla, taylarla oynamak. Ata binmek. Yunuslarla yüzmek. Serçeleri beslemek. Bir hamakta uzanıp kitap okurken uyuya kalmak ve sevdiğimin üstümü örtmesi. Pencereden yağan karı izlemek. Çimlerin üstünde piknik. Bir kumsalda aşkımla birlikte çıplak ayak yürümek. Sakin bir kafenin müdavimi olmak. Yatak odamdan balıkçıların denize açılmalarını dinlemek. Güzel yemekler yapmak. Güneşi kovalamak… Ve belki yakalamak.

Başarır mıyım, bilemiyorum.

HÜR'ce

Özgürlük

Sarı, yeşil, mor, kırmızı banknotların serin gölgesinde, ne yerim, ne içerim, faturalarımı nasıl öderim, ne giyerim, elalem ne der kaygısı taşımadan, canının istediği gibi yaşamak olarak düşünülür özgürlük. Çalışmak zorunda olmamak, çocuksu bir hoyratlıkla aklına eseni yapabilmek, hataların yaratacağı pişmanlık duygusunu arkada bırakarak sırra kadem basabilmek gibi algılanır. Kendinden kaçmakla karıştırılır özgürlük.

Cebinde paran olmasa da, şartlar seni mengene gibi sıkıştırsa da, tüm dünya karşına geçip seni yerse de, kendi varlığınla omuz omuza ayakta durmak ve yine de hayattan tat almaktır özgürlük. Kendi küllerinden doğabilmek, kendi hamurundan umut yoğurabilmek, kendi ruhundan coşku üretebilmek, kendi varlığını hayatla besleyebilmektir özgürlük. Hiç kimseye bağımlı ya da muhtaç kalmadan, su gibi her daim akacak bir yol bularak, kendiyle mutlu, kendiyle uyumlu, kendiyle huzurlu yaşamaktır.

HÜR'ce

Yalnızlar sürüsü...

Yalnızlıktan yakınanlar arttı farkında mısınız? Hayatında kimsenin olmayışından şikayet edenler... Bir sevgilisi olmadığı için üzülenler...

Kendine hizmet etmesi için yarattığı teknolojiye hizmet etmeye mahkum kalan insanoğlu kısacık ömrüne bir çok şey sığdırmak zorunda artık. Zamanın parayla ölçüldüğü, tüketmenin üretimin önüne geçtiği, duyguların nostalji adı altında geçmişe öykünerek tasarlanmış eskitilmiş masa-sandalyelerde can çekiştiği 21. yüzyılda yaşam işe endekslenmiş durumda.
Yapacak çok şey var: Sabah erkenden kalkılacak, artık tanıdık bildik olan yüzler arasında itiş kakış ofise gidilecek. Akşam karanlığı çökmeden masa terkedilmeyecek ve böylelikle maaş hakedilecek. Sonra aynı kalabalık içinde dört duvardan tabuta geri dönülecek. Gün bununla da bitmeyecek. Çalışmak için mi yaşanır, yaşamak için mi çalışılır sorusuna yanıt bulmaya çalışan aciz kafada isimleri silinmemiş olan arkadaşlar varsa, tek tek aranacak; mümkünse birlikte etkinliklere katılınacak. Mevcut yetenekler değerlendirilerek kendi çapında eserler halinde hayata geçirilecek. Aynı zamanda, sosyal ve kültürel devinimler takip edilecek... Eh, aşk sesini duyuramıyor tabi. Hoş, o da bir tuhaflaştı. Göz göze, diz dize aşklar yok artİk. Kimse yarin öpülesi kiraz dudaklarından, teninin bahar kokusundan, dalgalanan saçlarından söz etmiyor. El ele kırlarda koşmak, kumsalda koklaşmak, konuşmadan anlaşmak, bakmadan görmek eski filmlerden sahneler. Sevdiği uğruna kahramanca çarpışanlar, onunla birlikte olabilmek için varını yoğunu ortaya koyanlar el yazmalarında kaldı. Duygular fazlalık. Özlemek külfet. Paylaşmak briefing terimi. Şefkat ise kayıp. Biri kız, biri oğlan iki çocuklu mutlu aileler reklamlarda yaşıyorlar. Gerçekte aşk artık internette doğuyor, kısa mesajlarda yürüyor, elektronik posta aracılığıyla ölüm haberi geliyor. Ve insanlar, o kısa ömürlerinin sonuna doğru koşarak giderken yalnız olduklarını düşünüyorlar, korkuyorlar. Sadece gidiyorlar, geride duygularıyla barışık olmanın renklendirdiği, insanlığıyla mutlu bir hayatın öyküsünü bırakamadan. Yüzlerce yıl sonra, kazılardan yaşanmışlığa dair hiçbir bulgunun çıkmayacağını farketmeden... Sürüler halinde gidiyorlar.

HÜR’ce

Deprem

Bir kabusun tam ortasındayım. Kırmızılı bir kadınla uğraşıp duruyorum. Bir kavga gürültü derken şiddetle sarsılmaya başlıyorum. Sağa sola gidip geliyorum. Gözlerimi açıyorum, bir değişiklik yok. Sarsıntı devam ediyor. Sağa... Sola... Birileri beni savuruyor yatağın içinde. Bir başkası dev bir matkapla tünel kazıyor aşağıda. Bedenim kaskatı kesilmiş, aciz yatıyor öylece. Etrafımı saran ses.... Kötü, hem de çok kötü. Toprak kükrüyor, bina inliyor, cam çerçeve zangırdıyor. Tam bir kaos. Saniyeler ekleniyor uç uca. Bitmek tükenmek bilmeyen homurtular, kükremeler, sağır edercesine kulaklarımı, sürüp gidiyor gecenin koyu, uyuşuk, sersem saatinde. Tek görebildiğim esneyen tavan. Bir an bittiğini sanıyorum ama yeniden başlıyor. Defalarca yeniden, hep yeni baştan başlıyor. Kulaklarım acıyor. Yatak geziniyor sanki odanın içinde. Camlar patladı patlayacak yüzüme. Hapis yattığım bedenimden sıyrılmaya çabalamıyorum. İçimde korku yok. Panik yok. Kilitlenmiş bilincim, katılmış bedenim ve ben... Orada, yatağın içinde öylece bekliyoruz kabusun bitmesini. Ve birden sessizlik. Tık yok.
...

Kargaşanın izleri hüküm sürüyor. Her taraf toz duman. Başımı çevirdiğim her yön, o hep bir tarafa attığımız, reddettiğimiz, kaçınılmaz sonu gösteriyor. İnsanlar birbirlerinin gözünü niçin oymuşlardı? Birbirleriyle ne uğruna kavgalar etmişlerdi? Ve geriye ne kaldı? Gördüklerim yüzüme çarpıp geçiyor birer birer. Bir şey hissedememenin acısı yaşıyorum, çünkü biliyorum ki, sonradan ezici ağırlığını bırakacak omuzlarıma.

Aklım reddediyor gördüklerimi. İnanamıyorum. Matematik, fizik, jeoloji, sosyoloji, psikoloji... Bilimin despot hakimiyeti, doğanın faciası karşısında boynunu bükmüş, ağustosun bunaltan sıcağı altındaki bu şehirden kalanlara bakıyor hüzünle. Eskiden binalar varmış. Dükkanlar, mahalleler, sokaklar... Apartmanların kaç katlı oldukları, hatta neye benzedikleri bile belli değil. Üzerine basılmış bir pastayı andırıyorlar. Ezilmiş, içindeki her şeyin dışarı fırladığı, kokuşmuş bir pasta. Şimdi sadece birer yıkıntı, enkaz olan bu yapı kalıntılarında bir zamanlar insanların yaşadığını hatırlatanlarsa, molozların arasından tozlu ve parçalanmış yüzlerini güneşe çeviren perdeler, yastık parçaları, ayakkabılar, lastikleri fırlamış oyuncak bir kamyon, çaydanlık, minder, boşalmış bir deterjan kutusu, kırık bir göz farı... Kesitler görüyorum. Varlıklarına dair tek izin kesif ve hücrelerime dek duyumsadığım, üzerime sinen kokudan ibaret olduğu insanların evlerinden kesitler var çevremde. Duvar yıkılmış, bina korkunç bir açıyla yan yatmış ve içerideki eşyaları görüyorum. Koltuklar, masa, sehpalar, kül tablaları...

İnsanların bakışları donmuş. Cam bilyaların ardından bakıyorlar. Çıldırmaya çeyrek kaldığını söylüyorlar; bence beş geçiyor. Korku, şaşkınlık, çaresizlik, öfke, acı, küskünlük, umutsuzluk, kırılan gurur, yerlerde yuvarlanan yaşamlar... İnsana dair, insanca ve bir o kadar yabancı. Hemen her enkazın başında en az bir kişi, başı avuçlarının arasında öylece oturuyorlar. Ceplerinde kalan tek şeye, umuda sarılmış, bir ses, bir soluk bekliyorlar. Kimisi üzerinde tek bir donla dolanıyor ortalarda, kendi kendine konuşuyor. Anlamaya çalışıyor. Soracak çok sorusu var, ama cevaplayacak yok. Yaşlılar var sağda solda; oturduğu yere çökmüş kalmış. Yıkılıp yok olmuş anılarına bakıyorlar. Gençler var; yeşerip büyüyen arkadaşlıklarına, aşklarına sahne olmuş sokakları arıyorlar. Garip bir kabullenmişlikle bir çırpıda sıralanıveriyor ölenlerin isimleri. Kayıplar bilinmiyor. Kurtulanlar önemsenmiyor bile, çünkü eksik gövdeleriyle bile olsalar kurtuldular; hayattalar.

Bilmeyenler öğreniyorlar. Bilenler hatırlıyorlar. Alışık olanlar arsızlaşıyorlar: Sefalet. Yokluk. Yoksunluk. Sıfır noktasına geri dönen hayatlar. Gelip kapısını açan her kamyonun önünde sıraya giriyorlar. Ne geldiği, ne dağıtıldığı önemli değil. Almalılar. Almalı ve bir kenara atmalılar çünkü, bir daha ne zaman geleceği belli değil. Askerler düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Bazen bağırmak, azarlamak ve hatta itip kakmak zorunda kalıyorlar. Gelen her şey doğru yere, doğru şekilde ulaşmalı. Ayaklar altına alınmış ekmekleri gösteriyorlar sorunca. Bir hafta sonra bunların ıslatıp yemek zorunda kalacaklarını onlar daha iyi biliyorlar.

Ve bir genç kız. Artık yerlerde sürünen kıyafetlerden kendine bir şeyler seçmiş. Üstünde lacivert bir t-shirt, açık mavi bir kot pantalon, ayağında 99 modasının gözdelerinden kalın tabanlı, beyaz bantlı topuklu ayakkabılar. Sanki Salı Pazarı’na alışverişe çıkmış. Yanındaki arkadaşına gülerek bir şeyler anlatıyor. Gözüm ayağına takılıp kalıyor. Depremin izi orada çünkü: Bantların arasından görünen çıplak ayakları toz ve kan içinde.

HÜR’ce 99

Kösemler Hürremlere Karşı...

Kösem, Katarina, Eva, Mata Hari ve diğerleri… Niye uğraşırsınız Hurrem'le bilmem ki...

Kitabı elime aldığımda heyecanlıydım aslında. İlkokuldan itibaren beynine enjekte edilen Osmanlı tarihini bünyesi kabul etmeyen yurdum insanının bazen burun kıvırarak, bazen hoşnutsuzlukla ama çoğunlukla huşuyla karışık saygıyla telaffuz ettiği ismin sahibiyle, her nedense yabancı bir yazarın yazdığı kitabın sayfaları arasında buluşacaktım. Kapağı açmadan onun hakkında bildiklerimi gözden geçirdim ve itiraf ediyorum bu konuda benim de hafızamdan süzülenler türlü entrikaların yaratıcısı, fettan bir kadın portresi çiziyordu. Bu durum bende dolaysız bir hoşnutsuzluk yaratıyordu. Zira her bir insanoğlu gibi, ben de aynı ismi paylaştığım kişinin böyle kötü bir üne sahip olmasından, dolayısıyla da egomun masallardaki çirkin cadı kaknem kraliçe karışımı ürkütücü bir karakter çözümlemesiyle kırbaçlanmasından rahatsızlık duyuyordum. Aklını, ruhunu zaaflardan arındırmak, erdem, bilgelik ve pozitif enerji gibi konularla bozmuş; iyilik edip iyilik bularak yaşanabileceği, hayatta her şeyin mümkün olduğu gibi savunulması zor savların kalkanlığını yapan biri olarak, adımın üstüne dökülmüş bu lekeyi temizlemek zorunda hissediyordum kendimi ve de içte içe Muhteşem Süleyman’ın zevcesi Hürrem Sultan’a diş biliyordum. Ama bilip bilmeden konuşan, yorumlar yapıp tavır alanlardan biri durumuna düşme fikri çok daha ağır gelmişti. Böyle durumlarda merak kazanır her zaman. Ben de başladım okumaya.

Bölüm bir. Karşınızda kızıl saçları, zümrüt yeşili gözleri, pembe beyaz teniyle gençliğinin taze kokusunu Rus bozkırlarının rüzgarlarına bırakan Roxalen... Hürrem’in bir Rus Ortodoks papazın kızı, bir Tatar kızı, Ukraynalı olduğu yönünde çeşitli rivayetler var. Ama, sayın okuyucu, asıl önemli olan bu körpecik kızcağızın, “mavi gökyüzü altında uzanan sarı bozkırlarımda kuşlar kelebekler, nasıl da dökülürmüş kışların pamuk taneleri, yaşasın hayatımın baharı, lay lay lom” yaşamını süsleyen Kırım ezgilerinin, iğnesi kayıp plağı çizen pikaptaki melodi gibi aniden ve cazırtıyla kesilmiş olması. Çünkü kızımız, daha ne olduğunu anlayamadan, ben neresiyim, burası kim kılıfına sokuşturulup Osmanlı sultanına hediye ediliveriyor. Yoo, gözünüzün önüne, rulo yapılmış halının açılmasıyla bedeninin tüm ihtişamını sergileyerek ortaya çıkan ve Sezar’ın aklını başından alan dünyalar güzeli Kleopatra sahnesi canlanmasın; durum hiç o kadar romantik değil. Külkedisi’nin şömine başı mahkumiyeti durumuna yakın bir harem sahnesi var ortada. Harem dediğiniz de, kadınların süslenip püslenip, tüm gün, tam kapasiteyle fingirdeştikleri, türlü ipekler, taftalar ve mücevherlere bürünüp, sıkındıkları parfüm damlacıkları gibi etraflarına şuh kahkahalar saçtıkları yer hiç değil. Harem deyince, şöyle bir durun, ceketlerinizi saygıyla ilikleyin. Oturuşunuzu ya da duruşunuzu bir düzeltin. Zihninizin yarattığı ortamda karşınıza süzülen, destansı hikayelerle süslediğiniz tüm bu kadınlar hayatta kalmayı başardılar. Onları, yaşamlarını adadıkları zoraki güzellik ve zerafetlerinin ardına sakladıkları kişilikleriyle görmeye çalışın: Onlar savaşçılar.

Bölüm iki, üç, dört... Ne farkeder? Roxalen hanımkızımız, yakasına tutuşturuluveren yeni kimlik kartına göre Hürrem, hiç gecikmeden haremin ustaca kamufle edilmiş “jungle” durumunu farkediyor. Ayağını denk alıyor. Gerekeni yapmaya başlıyor.

Hürrem’in öyküsüne, başladığım kadar büyük şevk ve iştahla devam edemediğimi itiraf etmem gerekiyor. Onun yaptıklarını tiksintiyle okurken bir yandan da onayladığımı da farkedince, kütüphanemin ulaşılması güç raflarından birine postalayıverdim kitabı. Aklımca aramızdaki farkı keskinleştiriyor, kendimi temize çıkarıyordum. Tamam, biliyorum, hiç gerçekçi değil ama bunu da böyle kabul edip bana nefes alma şansı tanıyıverin bir zahmet. Hürrem’in kanlı öyküsü, kadınlık tarihinin rezil bir öğretisi gibi kitaplıkta beklerken, ben halen “daha insancıl yolu olamaz mıydı”nın peşinde iz sürmekteyim çünkü.

Neymiş bu öğreti? Hayatta kalacaksın. Etrafında kara toprağın bağrıyla sultanın koynu arasına sıkışmış yaşam süren birbirinden güzel, dişli, kimisi tecrübeli dilber varken, sen bu rekabetten sıyrılmanın ve sultanın gözüne girmenin yolunu bulacaksın. Aklın, fikrin, bedenin, doğanın sana bahşettiği ve senin elinde avucunda kalan ne varsa hepsini kullanacaksın. Sek sek basacak, bade süzecek, karda yürüyüp izini belli etmeyeceksin. Bunları yaparken de erdem, zerafet, nezaket, iyilik, dürüstlük timsali olacaksın. Böyle bir beklentiyi sürersek ortaya, tüm dünya ulusları hadi len, derler, üstelik onca insanı da kendimize güldürmüş oluruz. Bunun yerine Roxalen, namı diğer Hürrem’in hikayesiyle canımızın istediği gibi oynayabilseceğimizi varsayalım; o zaman durumu farklı olabilirdi belki.

Örneğin, onun Xena gibi duygularını belirsiz bir süre için dondurmuş, geçmişini gömmüş, 5 yıllık program yaparak geleceğine ulaşma arzusunu silmiş, kılıcını kuşanarak hakkını arayıp, yolunun üstündekilere de adalet dağıtır bir kalıba soksaydık, muhtemelen Muhteşem Süleyman’ın tarih sayfalarındaki yazgısı anlı şanlı değil de, anlık ve alık olurdu, ki bunu hiç istemeyiz, değil mi?

Onu, bir kader kurbanı gibi resmetmeye de kalkışabilirdik. 70’li yılların Türk filmlerine öykünen bu yaklaşımın sonucunda da, Hürrem’i Beyoğlu’nun arka sokaklarında, canını güç bela kurtararak doğup büyüdüğü toprakları terketmemekte inatçı davranmış rum komşularıyla camdan cama sohbet eden ve hüzünlü bakışlarla kapısının önünde oynayan çocukları izleyen emekli ve çoktan unutulmuş bir pavyon şarkıcısı olarak bulabilirdik. Bu durumda Hürrem’den geriye kalan, rutubet kokulu, ahşap tabanlı bir odada yayları kopmuş bir demir karyola, yorgun ve titrek bir elin izlerini taşıyan ucuz şarap kokulu bir bardak, ihtişamlı günlerin de yaşanmış olduğunu kanıtlarcasına çiziklerle dolu ahşap bir kutuda dizilmiş olan üç beş sahte mücevher ve duvara asılı bir posterdeki payetli tuvaletinden kıvrak bedenine dair ipucu veren alımlı, seksi bir kadının vişne rengine bulanmış şuh dudaklarının gülümsemesi olurdu.

Öte yandan, bu azametli kadından tarih sayfalarında uzun atlama yapmasını ve bir sıçrayışta milenyuma gelivermesini isteseydik, entrikaların kanlı kokusu yerini, son derece gösterişli bir holding ofisini dolduran Channel serisinden bir parfüm bulutuna bırakırdı. O zaman Hürrem, astların ve üstlerin, tecrübelilerin, tecrübesizlerin kimler olduklarını, kimin borusunun öttüğünü, kimin dediğinin buyruk olduğunu, kimlerin dedikoducu, kimlerin kumpasçı, kimlerin zararsız olduğunu tespit eder, gardını almış olurdu. Zayıflık gösterenlerin karşısında hırlar, kendini olduğundan büyük gösterirdi. Büyüklerin karşısında kırıtır, iradenin onlarda olduğunun altını çizerken, yağlanacak zemini bulur, kayacak ayakların yolunu yapardı. Sonuçta, kimine gülerek, kimine kaş çatarak, işini de laf gelmeyecek şekilde kotararak yüklü maaşını cebine atardı. Böylelikle, sayılı insan tarafından uçuk paralara satın alınabilen markaların tanrıcılık oynadığı bu yeni dünya düzeninde, iyi terzilerin elinden çıkma kıyafetleri, italyan ayakkabıları, gösterişli aksesuvarları, yapılı burnu ve saçları, kalıcı makyajı, meşhurların diyetisyeni ve spor salonları arasında mekik dokuyarak şekillendirmeye çalıştığı vücudu, dağarcığında “in” mekan ve aktiviteler listesiyle alemlerde arzı endam ederdi. Dünya mutfaklarından yüzlerce ilginç tarif ezberlemiş olmasına karşın onları hazırlayarak kalbine giden yolları keseceği bir erkek bulamamaktan yakınırdı. Ya da varoluşunu ispatlamanın tek yolunun kendini grotesk bir tarzda ortaya koymak olduğunu sanarak neden sürekli terkedilen olduğunu sorgulamaktan kaçarken bulurdu kendini. VIP etiketli yaşama bürünmüş “şahsına” hayranlıkla bakan erkeklerin, iki-üç ay içinde sırra kadem basmalarına anlam veremeyecek kadar egoizm batağına saplandığından yalnızlığına büsbütün hırslanırdı. Evlenen ya da çocuk sahibi olanları, başkalarının kolunda gezen beyaz atlıları, romanlardaki aşkları, filmlerdeki tutkuları, şiirlerdeki özlemi, resimlerdeki romantizmi ve tabii ki çevresindeki dişi her türlü varlığı kıskanmaktan yorgun düşer, yıkılmayıp ayakta kaldığını cümle aleme kanıtlamak için terör estirirdi.

3 adım uzun atlamayla limuzinli kliplerin, laptoplu sarışınların düzenindeki yerini alan bu kendinden aşırı emin, hükümran kadının bizim Osmanlızade Hürrem’den tek ve en önemli farkı hayata bağlılık, bir diğer deyişle yaşama sevinci eksikliğidir. Zeus’un kesinlikle açılmaması talimatıyla verdiği kutuyu kurcalayarak türlü insani müsibetin dünyaya yayılmasına sebep olan Pandora’nın zamanından bu yana, aslen hiçbir zaman püripak bir yapıya sahip olmayan ruhunu mutlu yuva hayalleriyle beslemek zorunda kalan, bu arada da bolca itilip kakılan anne, eş, aşçı, temizlikçi, evde dirlik düzenden sorumlu halkla ilişkiler uzmanı ve fahişe rollerinin baş kahramanı kadınlık tedavülden kalktı. Haşmet-i kaprisleriyle gündeme oturan, iş güç sahibi, bond çantalı, yüksek köçeli, döpiyesli ve kendiyle barışık, dürüst kadın-erkek herkesin içine fenalık getiren yeni kadın tiplemesinin aksine, Hürrem aslında yuvasından sökülüp kendisine tamamen yabancı bir kültürün ağababasının kollarına terkediliveren, korkudan ölmeyi beceremeyince hayatta kalma mücadelesinin karnını yaran bir “zoraki kötü kahraman” bence. Ve eminim, kendi yaşam öyküsünün ve tarihte bıraktığı izlerin milenyum dilberlerinin edepsiz travmalarına ölçüt kabul edildiğini bilseydi, fena halde bozulurdu.

Rafların arasından bana dik dik bakan Hürrem’le kendimce barıştığım, uzlaştığım hatta arada bir şefkat duyarak bağ kurduğum bu dönemde, Kösem, Katarina, Eva, Mata Hari ve diğerleri de göz göze gelmeye çalışıyorlar benimle ama gözlerimi kaçırıyorum. Hepsini kurtaramam ki canım...

HÜR'ce

Üst kattan gönderdiler...

Dün akşam eve dönerken gözyaşlarım tırmaladı burnumu. Nasıl bir düzenin içindeyim ben? Çığlıklar atmak geldi içimden. Yalnızca ağlamak da rahatlatırdı belki… Ya da birilerini tartaklamak… Belki de asıl kızgın olduklarımı arayıp yüzlerine haykırmak; sizi anlıyorum çünkü görüyorum. Yapmadım.

Hiç değerim olmadığını tekrarladım kendime. Bir piyonum ben "hayatın" gözünde. İleri sürer, geri çeker. Vezir, şah, fil ve at yanında nasılsa. Bir piyonu oyun dışına atmış, kimin umurunda?

Uzun sürmedi, içimdeki fırtına yaz yağmuru gibi, geldiği gibi, çekti gitti. Yoktu yapacak bir şeyim. Hayal kırıklığına uğramış yaşım 2000’li yıllara sırtını dayamış, yüreğimi sıkarken avucunda, misafir umduğunu değil, bulduğunu yer, diyor hayat sırıtarak yüzüme.
**
Ne güçlü kadın yahu, diyen sesleri çınlıyor kulağımda. Gülümsüyorum. Güçlü müyüm gerçekten? Değişmez kurallar var; ölürsün, ardında bıraktıkların yaşamaya devam eder; yanında kimseyi götüremezsin. Gelirken de yalnızdın, giderken de… Bu katılığı göğüsleyebilmek en zoru. Zamanın çarkları arasında ezilip parçalanırken isyanların, üç damla bile çok, akmıyor gözyaşların. Suskunluk, ketumluk çığlığı aslında içimdeki isyanın.
**
Suskun kadınlar var her yerde. Suskun erkekler. Suskun çocuklar… Gözlerini uzaklara salmışlar. Balık olmayan koya ağ atmış gibi umut avındalar. Kadınlar suskun. Erkekler suskun. Çocuklar suskun. Büyük acılar dilsizdir. Susuyorum ben de.
**
Benny & Joon vardı CNBC-e’de. Ne hoş filmdi o öyle. Johnny Depp var bir kere. Eh, beni de bir depiverse… Ama ekrandaki yüz yirmili yaşların başında. Gözümün önünde akıp, ruhumu çekiştiren aşk öyküsü de öyle. Bense 40’lara doğru çıkmışım yola. Yarılamaya az kaldı ömrü. Var mı böyle bir sevgi, bu denli temiz bir aşk? Dudaklarım büküldü çocuk gibi. Bayramlık kıyafetleriyle bahçede oynayıp üstümü başımı batırmışım gibi… O kadar kirlendik ki… Bir kez daha sustum.
**
Pedikür yaptım. Kadın dediğin temiz olmalı. Hele de üç gün sonra ameliyat olacak, her bir tarafı gün ışığına çıkacaksa, bak ne temiz insan, demeliler. Kadın dediğin utanmamalı… Kadın dediğin alnı ak, başı dik olmalı… Kadın dediğin hamarat olmalı… Güleryüzlü, anlayışlı, zekasını göstermeyecek kadar alçakgönüllü, aptal ve uysalı canlandıracak kadar usta oyuncu, sıkıntılarını seslendirmemek adına dilsiz, yeri geldiğinde kevase, yerine göre anne, kardeş, abla…

Gözüm ekrana kayıyor yine. Böylesi bir aşk… Ah be çocuklar, nasıl da çeliyorsunuz aklımı! Olacak iş değil, sizin öykünüz bilim-kurgu, bense gerçek hayattayım. Daldırıyorum makası. Temiz olmalı… Utanmamalı… Kadın?..
**
Elime bir kaç kez kağıt kalem aldım. Aklım sıra mektup yazacağım. Aklımdaki cümleler kağıda değdikleri anda kırılıveriyorlar. Biçimsiz parçalar yayılıyor beyazın üstüne. Vazgeçiyorum. Ölürsem kabrime gelme istemem… Gülme krizi tuttu. Kola da boğazıma kaçtı, iyi mi? Nereden geldi şimdi bu aklıma?
Adam sen de! Hayat bu. Sen gidersin, tek kişilik biletinle; kalan sağlar hayatındır. Film komik. Benim halim komik. Gülüyorum boyuna…
**
Güçlü müyüm, zayıf mıyım? Olgun muyum, çocuk muyum? Deli miyim, akıllı mıyım? Belki de ortaya karışık; yanar dönerli… Üst kattan gönderdiler; hayatın ikramı…

HÜR'ce

Anılar mı, acılar mı?

Belki de anılarımıza sahip çıkmamız gerektiğini hissettiğimiz için bilinçsiz bir sorumluluk duygusuyla onların elinden tutup, ve hatta onları çekiştirip hüzün topraklarına koşturuyoruz. Yaşadıklarımızı, yaşamış olduklarımızı, hata, kaza, yanlışlık, beceriksizlik, basiretsizlik, kadersizlik, talihsizlik, sürpriz, tesadüf gibi somutluktan uzak, ayakları yere basmayan, gezgin betimlemelerle isimlendirmeyi kendimize yediremediğimiz için, acılı soslara bulayıp ansımalar yağında kızartıyoruz ruhumuzu. Beş duyunun sezgisel boyunduruğu altında, bir nota, bir koku, bir resim, bir dokunuş ya da bir hareket istasyonundan atlayıp trene, hipnotik tıkırtıların eşliğinde akıyoruz zamanın gerisine.

Kim demiş, acı zevk vermez, diye? Bünyeyi güçlendirir acı. Ufak ufak, ağzın burnun yana yana başlarsın yemeye ve bir gün beton delecek güçte bir lezzeti aşerirken yakalarsın kendini. Tuvalette ıkınırken, aldığın keyfin bedelini ödersin tüm boşaltım sistemin yanarken. Eğilim budur belki de. Anlık mutlulukları, ebedi acılarla değiş tokuş edip kaçamaklarının kefaretini ödemek ve muhtemel bir lanetten korunmak; çok gülersen ağlarsın, çok mutlu olursan üzülürsün. İyinin kötüyü çağıracağına inanmış ruhların kaosunda boğar hayatı ve sonra da onun kaypaklığından dem vururuz. Daha kolay ve emniyetli olduğu için… Belki de…

Benim artık pek gidesim yok. Çok ısrarkar, inatçı, gerçek bir davete karşı koyamam ama, kendi ayaklarımla girmeyeceğim acılar ormanına. Yaşadıklarım, di-li geçmiş limanında demirli. Zamanın dalgaları eritecek belki o güçlü metal gövdesini. Ve bir ihtimal, o heybetli gövdenin, gözyaşlarımın tuzlu suyunda eriyip gitmesi buracak içimi. Bu kadar mıydı? Böyle yok olup gidecek miydi? Bunun için miydi bunca eziyet? Bu yüzden mi parçaladım kendimi? Yakılan ağıtlara sarmalandım ve uzaklaştım gelecekten? Kalıcılığın söz konusu olmadığı somut hayat sıkacak omzumu ve mağrur başıyla işaret edecek geçmişimi. Sonra kaşını kaldırıp bakacak yan gözlerle, sonsuz yaşamı arzulayanları küçümseyen gülücüğün yayıldığı dudaklarından dökülecek o soru: Kimin ruhuna attın imzanı?

HÜR’ce

Yolda kaldım, çekici lazım!

Farketmiyorsun. Yalnızlık kronik bir hastalık gibi yayılıp sarıyor insan ruhunu. Yalnızlığın rutinine ayak uydurup, usul adımlarla geçip gidiyorsun hayatın kıyısından. Tek yükün, omuzlarındaki kendin; günahın sevabın kendi boynuna asılı. Açlık da tokluk da senin keyfin. Acı da tatlı da senin ettiğin. Hesap vereceğin kimse yok. Sağına soluna bakmana gerek yok. Yol bomboş ve düz nasılsa. Yürü ya kul, kim çıkar karşına?

Ama bir gün biri seni kolundan tutuverip hayat otobanına çekiyor. Adımlarını şaşırıp tökezliyorsun. Yol kenarının sınırsız özgürlüğünden asfaltın çift şeritli kurallar dünyasına geçiş sancılı oluyor; kafan karışıyor. Umarsızlık yerini derin kaygılara bırakıyor. Yola devam etmen gerektiğini biliyorsun ama insanın yedek parçası olmadığından kaza yapmaktan çekiniyorsun. O zamana dek varlığından haberdar olmadığın, bilmediğin, duymadığın ya da kolayca görmezden gelme lüksüyle ötelediğin, otoyol kurallarını çiğnerken buluyorsun kendini. Öncelikler var; geçiş üstünlükleri, beklemeler, duraklamalar, parketmeler, hızlanmalar, sağı solu kontrol etmeler; arkayı kollamalar… Sinyal ver; farları yak, el freni, gaz, debriyaj, baskı balata derken sana yabancı bir mekanizmayı işletirken buluyorsun kendini. Çekinceler kaygıya, hatta korkuya dönüşüyor. Korktukça da daha fazla hata yapıyorsun. Bu kaosu kaldırıp kaldıramayacağını sorgulamaya ne zamanın, ne mekanın var.

**

Eskiden Suzuki Vitara cipler vardı. 4 çeker. Dışardan baktığında kız gibi araç işte. Dinamik hatlı, her yola gelir, yük de taşır. Ama sonradan anlaşıldı ki, tüm cazibesine karşın Suzuki Vitara cipler dengesiz. Ufacık bir tümsekte yalpalıyor, devriliyor. İşte, kendimi o ciplere benzetiyorum bazen. Dışarıdan gerçek bir özgüven abidesiyim. Dimdik duruyorum ayakta. Sanki hiçbir şey beni şaşırtmaz, üzmez, yaralamaz. Öyle de güçlüyüm ki, hayatı serçe parmağımla kaldırabilir; dünyayı omuz başımda çeviririm. Tıpkı Suzuki Vitara gibi, ben de kendi içimde mükemmelim. Yanına yaklaşılana dek. Üstüne yük binene dek. Açık araziye salınana dek. Akrobatik hareketlerle test edilene dek.

**

Ne istediğimi biliyorum. Sadece alışık olmadığım yeni bir hayatı yaşamaya başladım. Sanki dünydan ayrıldım ve başka bir gezegene gittim. Aslında belki de ben bu dünyada zaten yaşamıyordum ve birden yaşamın içine çekildim. Kimse beni zorlamadı. Kendi isteğimle yaptım bu geçişi. Yine de seçimin bana ait olması işimi hiç mi hiç kolaylaştırmıyor. Sadece dayanılır, savaşmaya değer kılıyor. Yoksa, tereyağından kıl çekiyor değilim.

Aklımdan hiç geçmeyen, bünyemde varolmayan düşüncelerin suçlusu olarak yargılanırken buluyorum bazen kendimi. Çünkü insan içine çıktım. Bazense, incelikler alanında yürümek için fazla kalın olduğum hissine kapılıyorum. Çünkü insanların dünyasına adım attım. Diplomasi becerdiğim ve beceremediğim olmak üzere defalarca gruplara ayrılıyor kendi içinde. Çünkü insanların arasına karıştım. Bir gün gül uzattığım elimde, ertesi gün kılıç olması gerekiyor. Ya da savaş baltasını barış çubuğuyla karşılamam. İlişki ve iletişim kardeşler zıtlıkların mükemmel uyumuysa, ben bu düzlemde tam bir uygunsuz gibi dolanıyorum. Ayrık otunun yabansı çekiciliğine kapılır mı aşk?

Evet, ne istediğimi biliyordum ben. Sadece hazırlıklı olmadığım kadar çok soru var karşımda. Benim dünyam loştu; elektrikler kesikti hocam, o bölümü rüyalarda geçtim ben. Şimdi, yanıtları bulmaya çalışıyorum mahmur kafayla. Afyonum patlamadı daha.

**

Biliyorum. Ben yola geç çıktım. Ehliyeti geç aldım. Ulaşmam gereken yere geç kaldım. Zaten acemiyim. Acele ettikçe engellere dolandım. Trafik kilitlendi, yağmur yağdı, yolları sel aldı. Ben yolda kaldım, bana çekici lazım!

HÜR'ce

Kırdılı Mecazkâr Faslı

Kuş kurdu yer mi, kurt kuşun anasını beller mi? Tanrı yere çarpıp çırpar mı? Marmara tam ortasından çatlayıp İstanbul’u yutar mı? Gelecek sene sedefli pembe ve mavilerin şımarık hakimiyeti sürecek ve ağırbaşlı renk takıntılılar yine şebek gibi ayakkabısız mı kalacak? Kadınların ölçüsü nereye kadar incelecek? Selülitin moda olma ihtimali nedir? Bu konuda yapılan istatistiki çalışmalar hangi piramitte saklanmaktadır? Erkeklerin darp güdüleri lise ve dengi okullarda müfredata alınsın mı? Trafik canavarlarını üretme çiftliği ne zaman kapatılır? Enflasyonun tırmanış hızı saatte kaç kilometredir ve havuzun on musluğundan birden su boşalırken A yönünden gelen otobüsle buluşması esnasında plakayı almak mümkün müdür? Baston yutmanın sırt ağrısına iyi geldiği klinik testlerle kanıtlanmış ve sağlık bakanlığınca onaylanmış mıdır? Makarna suyundaki nişasta lavabo borularında şişme yapar mı? Godot’yu kim, niye bekler? O pezevenk de niye randevularına sadık değildir? Dakikada 150 haşlanmış nohut kabuğunu ayıklayan bir kızın banyoda şarkı söylemesi halinde merkezkaç kuvveti ne olur, bu kızı evermek söz konusu olabilir mi? Ve genetik mühendisliği neyi çözecek allasen?

Genetik haritamız çözüldü ya... İnsanoğlu hastalanmayacak, yaşlanma gecikecek, eşeğin vücudunun her bir noktası sular altında kalmışsa bi de ölmeyecek! Al başına belayı! Yahu zaten anlaşamıyoruz, birbirimizin edep yerlerine bir şeyler sokuşturmadan rahat edemiyoruz... 100 yıl savaşlarından beri aralıksız süren din kapışmaları, laiklikle layıklık arasında gidip gelen sağlı sollu fikir çatışmaları, açlar toklara karşı müsabakaları, raiting sancısıyla evi başına yıkılanlara Talk Show teklifi götüren TV kanalları, terör kurgucularını yaşatma vakfı ile dünya nüfus planlama komitesi ortak çalışmaları, ozonda delik var, osurma-sıçma haraççı geçiyor ikaz timleri...

Ah tabii bir de sonu asla gelmeyecek gönül maceraları. Kadın-erkek, kadın-kadın, erkek-erkek, börtü-böcek, kuşlar, kelebekler, yeşeren ağaçlar, topraktan bitiveren tohumlar, çoluk, çocuk, çombalak, lağımlarda milyarlarca sperm, harcanan umutlar, nefret üreten ruhlar...

Genetik haritamız çözüldü de biri bana neye yarayacağını söyler mi? İnsanoğlu halen kendisini çözemedi. Ruhundan kaçtı, üretmekten korktu, tüketmeyi seçti. Olması gerekenleri yazılı harf dizgelerinin arasına sıkıştırıp sözlüklere sakladı; hayata geçiremedi. Ben, dedi; ya sen, diyemedi. Onlar, diye saldırdı. Siz, diye sövdü. Biz, olamadı asla.

Korkularının arasında yaşadığını sanan saldırgan hayvanlar sürüsü! Genetik haritan okundu işte! Artık daha da özelsin. Artık senden başka senin gibisi yok. Gerin de bir bak ileriye. Artık daha da teksin. Buydu ya hep istediğin... Tek, özel olmak... hep anlaşılmak... Bırak karşındakini, kendini bile dinlemeden, hatta merak dahi etmeden... Gün senin günün uhrevi legonun kutsal parçası... Tadını çıkar.

Çıkarabilirsen eğer...

HÜR’ce

İnecek var... Gidecek var...

"Işıklarda indirir misiniz lütfen?"

Önümüzde uzayıp giden araç konvoyu, bu sabah, her günkünün aksine, trafik ışıklarının tam önünde inemeyeceğimin habercisi. Şöför, bezgin ve donuk bakışlarını dikiz aynasından yolluyor ve kenara çekiveriyor. İnatlaşmayıp iniyorum. Hem zaten araçlara yeşil yanıyor; bu da epeyce bekleyeceğim demektir. Bir kaç adımda direğin yanındaki yerimi alıyor ve diğer bekleyenlerle dikiliyorum oracıkta. Burada ışıklar çok uzun süre yanıyor. İnsan niye orada bulunduğunu unutuyor beklerken. Yüksek kaldırımda dururken, ‘Zamanın başından beri burada’ yazılı bir levha hayal ediyorum ayaklarımın hemen dibinde. Üzerimde yolların tozu, kuşların küflü yeşil lekeleri, yüzümde yağmurların yollu izleri, görmüş geçirilmiş gözlerimde yılların yorgunluğu…


Gözlerim ortadaki refüjde hapsolmuş adama takılıyor. Belli ki, yeşili son anda yakalamış, atmış kendini yola ama nafile; kırmızı onu sobelemiş; o da ikinci turu bekliyor. Yağmur bulutlarının ardındaki uykusundan yeni uyanan güneş tam gözlerini hedeflemiş, ışın oklarını fırlatarak geriniyor alabildiğine. Gözleri kamaşan adamın yüzünde gülümseme var. Salak salak sırıtan adam görüntüsünün ardındaki kısık gözlerden akan uykuyu yakalamak zor aslında. Hele benim gibi bir miyop için.

Dalgın köstebek ruhumun uyuşukluğu, yanımda dikilen iki kadının vızırtılarıyla bölünüyor. Bakın bu ilginçtir; bu uzun beklemeler esnasında, Allah sizi inandırsın, sıkı dostluklar gelişir. Rutin is yaşamimin uzun metrajlı güzergahını katederken, çalışan nüfusun büyük bir kısmına aşina oluyorum haliyle. Dolayısıyla yanımda birbirlerine yemek tarifi vermekte olan kadınların farklı sektör ve şirketlerde çalıştıklarını biliyorum. Diyebilirim ki, ışıklar soya soslu sebzeli mantarlı börek tarifi kadar süreyle kıpkırmızı dikiliyor karşımızda. Buna bağlı olarak da yaklaşık bir ayın sonunda eşler bile çekiştirilebiliyor. Elbette ana konulardan biri rejim sektöründeki yenilikler. Ve tabii ki sağlıklı beslenme, organik ürünler... Doymuş yağ, doymamış yağa karşı ringe çıkıyor. Kırmızı et tu kaka, kızartmalar mazallah, şekerliler hafazanallah, sebze meyve mutlaka... Sonra da umut dolu bir soru: Bir gün selülitler moda olur mu acaba?

Sebebi hayatımız yüce reklam sektöründen umut kesilmez tabii. Kimin ne kadar para kazanması gerektiğiyle doğru orantılı olarak yazılan kutsal trendler inmeye devam ettikçe, bu uhrevi güdümlemelerden biri belki, ey kulum, patlayana, selül selül olasıya, XXXXXXXL’lerden taşasıya kadar korkmadan ye, çağrısında bulunabilir.

Heyhat! Reklam çocuğuyuz hepimiz. Körpecik ergen yaşlarda darbe postalıyla pelteleşen beyinlerimize enjekte ediliyor her şey. Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz, ne giyip giymeyeceğiz. Hangi dili konuşacağız. Nerelere takılacağız. Kimsenin bize sorduğu yok: Cep telefonu almalıyız ve de her ay yenileyerek en son modellerle yakın temas halinde bulunmalıyız. Mutlaka araba edinmeli, benzin, motor yağı, akü ve bilimum aksam tüketimine katkıda bulunarak, delirmiş trafiğe karşı sorumluluk bilincine sahip olduğumuzu kanıtlamalıyız. 35.643 adet kredi kartımız ve mili mili milyarlarca taksit borcumuz olmalı. Başka türlü bireysel gusto, kültür ve ayrıcalığa sahip olduğumuzu nasıl kanıtlarız? Sosyalleşmek adına bizim yerimize bir takım karar veriliyor da, kuzu kuzu izliyoruz.

Eskilerden bize miras kalan yaşamlarımızın ve kavramlarımızın içi boşaltıldı da, bırakanın yasını tutamadan, kalanın hayrını göremeden istimlak edilen arsalar gibi kayıp gitti elimizden. Bakın çevrenize; doğru kavram, doğru nesne ve doğru söylem ne kadar seyrek buluşuyor ve zihinlerde yer ediniyor... Mahşerin yazar çizerleri, tükenen değerlerin bilinciyle zamana karşı yarışıyor; hızlı olan kazanıyor; kavramı bulan yapıştırıyor bir şeylerin üstüne ve dünya içi boşalmış sözcükler, anlamını yitirmiş, kişiliksiz söylemlerden geçilmiyor. İyilik, sağlık, mutluluk, sevgi, yaşam, coşku, dostluk, paylaşma, uyum, lezzet, huzur, hayal, istek, dilek, gelecek… Dust to dust. Blood to blood. İnsanlığı nasıl bilirdiniz? İyiydi hoştu rahmetli de, vadesi çabuk doldu. Geri dönüşümü olanaksız radyoaktif atık tenekeleriyle gömülüp magmanın yakın bölgelerinde yaşayacak. RIP. Geçmişin nostaljisi kandilli... A ha da bir ambulans geçiyor... Ay senin sirenine kurban... Hop trilay lay lom... Durdurun, binecek var. Yolunuzun üstü birader, La Paix’nin önünde atıverin beni. Hu huuuu...

Hah, yeşil adam yola bırakmak üzere kaldırdığı bacağıyla ışıldadı nihayet. Benim sırıtan adam hapis kaldığı refüjden atıyor kendini yola. Yüzünde halen gözlerini delen güneşin yapıştırdığı gülümseme var. Uçarı haylaz zihnim, adamı yunus balığına benzetince kafamdaki kavramların yaşama hakkı, sözcüklerin özgürlüğü, iradelerin bağımsızlığı ve ne olacak bu insanlığın hali duruşmalarını ileriki bir tarihe erteliyerek mahkemeyi tatil ediyorum. Zaten o da benim, yırtar dağları, enginlere sığmaz taşar, bendini çiğner aşar beynimin kurgularından habersiz, yanımdan öylece geçip gidiyor.

Saatimin akrebi ofisimin yönünü gösterirken yelkovan koşturmam gerektiğini işaret ediyor. Ve ben geç kalıyorum sanırım.Toplantıda hazırladığımız yeni bir ferdi hayat istila projesini sunacağız ‘yetkililere’ ve üst mercilere iletmeleri için kendilerini yolcu ederken arkalarından su dökeceğiz. Yaratıcı kurulun mahşeri atlılarından biri olarak her zamanki gibi insan geçinenlerin arasındaki görünmezliğimle buluşacak, ikinci aydınlanma çağına nail olabilme hayallerine dalacağım: “Ya ben tekamül kurulunun karşısına çıkmaya hazırım; valla çok çalıştım, beni ışıklarda indirir misiniz lütfen?”

HÜR’ce

Özgürlük Kulesi

Galata Kulesi’ne takılıyor gözlerim. Boğaz’ın yeşil-mavi suları ışıl ışıl parıldarken güneşin altında, hipnotize olmuş gibi çekiliyor benliğim kuleye. Keşke lego olsalardı, diye bir düşünce geçiyor aklımdan; heybetin etrafına yılışık dalkavuklar gibi doluşmuş, kuru bina kalabalığına bakarken, o zaman bir çırpıda söker atardım bu pislikleri yerlerinden… Kulenin duvarlarına, çatısına bakıyorum. Dokunmak geçiyor içimden. Havada süzülüvermek, kulenin yanına gitmek ve ellerimle onu hissetmek için dayanılmaz bir istek duyuyorum. Sanki dokunursam, asırların öyküsü geçecek tenimden zihnime. Sanki kuleyi yapan işçilerin ter kokusunu duyacağım, halkın sesini işiteceğim, kanlı savaşları izleyeceğim, aşıkları göreceğim… Kim bilir, Hazerfen’in yanında uçarım Üsküdar’a…

Kanatlar altındaki Istanbul’dan Cenevizliler’e dönüyor zihnim. Zamanın gerisine duyduğum merak titretiyor içimi. Çılgınca bir arzu ve çaresizlik kapışıyor içimde. Bunu anlatabileceğim bir tek kişi var. Beni aptal bir romantik, hayalperest, aylak dünyaya nereden düştüğü belli olmayan bir yaratık ya da akıl hastası olmakla suçlamayacak bir kişi…

Buruk gözlerim, vapurdaki herkese göre boş, bana göre sevgilimle dolu olan sağ yanıma dönüyor. Onu görüyorum açık seçik. Anlayışlı bakışlarıyla buluşuyorum. İçimdeki çocuk ona soruyor; neden daha uzağa gidemiyorum? “Kendine izin ver bebeğim,” diye yanıtlıyor o ruhumu yatıştıran dingin sesiyle, “özgürlüğünün farkında değilsin henüz. Kendini kapattığın sınırların çok ötesine uzanıyor senin krallığının toprakları. Sarayını çevreleyen korku duvarları şu anda görmeni engelliyor.”

Bakışlarını denize çeviriyor sevgilim. Minicik dalgaların üzerinde hoplayıp sıçrayan güneş topları onun da zihnini çeliyor. O sessiz ve sırlarla dolu gülümsemesi yerleşiyor dudaklarına. Ağzının kenarında parlayan minicik sarı kıllar başımı döndürüyor. Yüreğimin hızla atışı, çılgın bir müziğin ritmine kaptırıyor bedenimi. Uzanıp öpmek geliyor içimden. Ama duruyorum, söyleyecekleri bitmedi.

Düzgün parmağının havaya kalkışını izliyorum. Ufuk çizgisini gösteriyor bana. “Birlikte gideceğiz,” diyor, “seni istediğin kadar uzağa götüreceğim. Bugüne kadar hapis hayatı yaşadığını göstereceğim sana. Dünyadaki tanımaya en değer insanla, kendinle buluşturacağım seni. Korkmayacaksın. Keşfedeceksin. Anlayacaksın. Özgürlüğünü alacaksın ellerine. Ve…”

Söylediklerinin büyüsüne bırakıyorum kendimi. Nasıl, niye soruları uzaklarda kıvranadururken ben, ağzından dökülenlerin her bir kelimesinin doğru olduğunu duyumsuyorum. Anın şefkatli ve güvenli dokusunu bozmaktan korkarak kıpırdamaya bile çekiniyorum. Ve’nin ardından gelecekleri merak ediyor ama sessiz ve kıpırtısız bekliyorum.

“Ve sen de beni götüreceksin,” diyor. “ Senin zihninden açılacağım dünyaya; sen benim eşsiz teknem olacaksın. Rüzgar durup da yelkenlerin çaresiz kalırsa, ben küreklere asılacağım. Azgın dalgaları yararak ilerlemekten yorulursan, seni en güvenli kıyılara çekeceğim kendi ellerimle. Hep temiz ve bakımlı olacaksın benimle. Hep ışıl ışıl, hep yepyeni. Çünkü sen beni okyanusların ötesine götüreceksin. Çünkü sen de beni, benimle buluşturacaksın”
**
Ah Tanrım… Bu yaşadığım ne? Bir tür duygusal kaosun içinde saçmalıyor muyum? Onu şiddetle duyumsuyorum. Zihnimde konuştuğunu hissediyorum. Bana sesleniyor. Bana anlatıyor. Beni dinliyor. Bana sarılıyor. Ve ben… Onu öpüyorum. Yaşamım buna bağlıymış gibi… Onun dudaklarından dökülen hayat pınarını kana kana içiyorum. Nefes bile almadan.
**
Tanrı’nın aynasına bakıyorum sanki. Kapıdan girişi… Özlem dolu ama temkinli adımları, sevgiyle parlayan soran gözleri, ürkek ama sıcak sarılışı… Ne kadar benim gibi, benden… Bu yüzden korkmuyorum ondan. Ve bu yüzden korkuyorum ondan. En az benim kadar sevgi dolu, çocuksu, duygu yüklü, şefkatli, güçlü, meraklı, aç, savaşçı, acımasız, üreten, yaşatan ve yok eden olduğunu görüyorum.

Tanrı’nın atölyesine bakıyorum sanki. Karşımda uhrevi bir tezgah, ne kadar sivri, geçimsiz kıvrım varsa benliğimde, törpüleyip yumuşatacağım bir işlik… Onun kırgınlığı keski, onun öfkesi balyoz, onun üzüntüsü mengene, onun aşkı ateş, onun sevgisi su… Çelikten ruhum şekilleniyor yeniden…
**
Vapur yanaşıyor. Uhrevi mesajın son sözcükleri martıların kanatlarında süzülüp gidiyor engin maviliğe. Bilge bir çığlık yankılanıyor: Sevmek özgürlüktür. Devasa beyaz kanatlar yanımdan süzülüp gidiyorlar. İskelede bekleyen avcı taksilerin birinden şakırdıyor o tanıdık melodi: “Hoş geldin melek. Sefalar getirdin”. Güneş parlıyor. İnsanlar bir yerlere yetişme telaşında, sürükleniyor hızlı adımlarının peşi sıra. Ve ben sakinim. Ruhum dingin ve huzurlu. Sevgilime ulaşmaya çalışmıyor adımlarım. O zaten yanımda. Ve onun içime serptiği tohumların meyveleri; yeni doğan güven ve sıcaklık ikizleri kıpırdanıyorlar. Denize bakıyorum. Karşı kıyıda, kule ağırbaşlı bir ihtişamla selam yolluyor asırların ötesinden. Sevgiyle kırpıştırıyorum gözlerimi. Rüzgar saçlarımı okşayıp geçiyor.

HÜR’ce