12 Haziran 2012 Salı

Dumansız ateş

Çocukluk aşkıydı. 17 yaşında kaptırmıştı kalbini ona. Liseden birlikte mezun olmuşlar, üniversiteyi birlikte okumuşlardı. Birlikte mezun olup, hayat mücadelesine birlikte atılmışlardı. Parmağındaki nişan yüzüğüne bakıp hüzünle gülümserdi askerliğinin bitmesini beklerken. Onunla birlikte şafak saymıştı. İçinde en ufak kuşku olmaksızın evet yanıtını vermişti nikah memuruna; gururla atmıştı deftere imzasını. Çocukluk aşkının meyvesi bu aşkla büyüyüp serpildi karnında. Hayatın kokuları işkence etse de, sürekli kussa da, hamileliğinin çoğunu tarifsiz sancılarla yatarak geçirmek zorunda kalsa da, heyecanla bekledi bebeğini kucağına almayı. Doğum zor oldu ama sonunda kavuştu oğluna. Ve yitirdi hayatının aşkını.

Nasılını, niyesini anlayamadı hiç. Sorularına yanıt alamadı. Bıkmıştı kocası ondan. Evlilikten sıkılmış, çocuktan bunalmıştı. Ve karısından… 20 yıldır sürekli yanında olan o kadından da usanmıştı. Yüzünde bir tokat izi, kolunda morluklar, sayısız hakaret ve aşağılanma, kırılıp dökülmüş eşyalarla kalakalmıştı. Çocukluk aşkı yeni bir hayata yelken açıp gitmişti.

O artık yalnız bir kadındı. Dul bir kadındı. Ama en önemlisi anneydi. Onu terkedip giden adamın kusursuz bir kopyası olan oğlunu büyütmek için her türlü zorlukla tek başına mücadele etmek zorunda kalan; ona, onu aşağılayan adamın yüzüyle bakan varlığa duyduğu karşılıksız, saf ve sonsuz bir sevgiyle yaşamaya mahkum edilen genç bir kadındı.

Terk edilişine ağlamadı. Parasızlığa sızlanmadı. Çalışıp çabalamaktan kaçmadı. Arkasına bile bakmadan giden adamın ona bıraktığı borçlardan, kapıya dayanan icra memurlarından gocunmadı. Doğurduğu için hiç pişmanlık duymadı. Gün be gün serpilip büyümesini izlediği oğluna bakıp sadece keşke, dedi ara sıra, keşke yüzü biraz olsun bana benzeseydi.

***

Yemeğini bitirmiş, karısı tabakları toplarken kanapeye uzanmıştı tembelce. Televizyonun kumandasını aldı, kanalları dolaşmaya başladı. Haberleri hızlıca geçti. 14 yaşındaki kızın tecavüz davası işgal etmişti tüm medyayı. Günün yorgunluğunu atmaya çalıştığı şu saatte zihnini bu konuyla oyalamak istemiyordu. Hem artık haberlerin hiçbir inanılır yanı yoktu ki. Gündemi değiştirmek için üretilen türlü sansasyonel haberden biriydi bu da.

Kanallar arasında gezinmeye devam etti. Canı güzel bir aksiyon filmi izlemek istiyordu. Meyvesiyle çerezlerini atıştırırken, bir iki saat kendini kaptıracak, sonra da düşen göz kapaklarına itaat edip yatağına giderek deliksiz bir uyku çekecekti. İşler giderek yoğunlaşıyor ama kazancı düşüyordu. Ülkenin ekonomik durumu gün geçtikçe kötülüyor, ekmeği aslanın ağzından kapmak giderek zorlaşıyordu. Millet bunun farkında değil miydi? Kimse bu gidişatı göremiyor muydu? Tutturmuşlar bir kadına şiddet teranesi, ısıtıp ısıtıp onu sürüyorlar ortaya, diye homurdandı. Böyle haberleri gördükçe karısına kulak asmadığı için kendisiyle gurur duyuyordu. Çocuk yapılmazdı bu ülkeye. Karısının kırgınlığıyla yaşamak, bu rezil ortamda çocuk sahibi olmaktan daha kolaydı. Bütün ailesine kafa tutmak, karısının çocuk sahibi olma hakkını elinden aldığını söyleyerek onu suçlayanların manevi baskılarına göğüs germek zorunda kalmıştı. Kürtaj kararını kolay almamışlardı; o da isterdi baba olmayı elbette ama bu ülkede duygulara yer yoktu.

Karısının yanındaki sehpaya koyduğu gazozundan bir yudum aldı ve kanallar arasında gezinmeye devam etti. En sonunda dişine göre bir film yakalamıştı. Keyfi yerine geldi. Çoraplarını çıkarıp kenara attı. Kanapeye iyice yayıldı ve izlemeye başladı. Kavgada testislerine şiddetli bir tekme yiyen adamı görünce irkildi. Tekmeyi kendisi yemişçesine eli gitti istemsizce kenetlediği bacaklarının arasına. Acıyla buruşturdu yüzünü. Değişen sahneyle birlikte dağıldı içindeki sebepsiz sızı. Ağzına fıstık attı. Karısı bulaşık makinesini çalıştırıp içerideki odaya geçmişti. Bacaklarını gevşetip izlemeye devam etti.

***

Gözlerini açmak istemiyordu. Düşünme yetisini bile kaybetmişti. Bedenine yabancılaşmıştı. Bileklerinin üzerindeki baskının şiddetinden kan gitmeyen elleri buz kesmişti. Kırılan burnu şişmiş, nefes almasını güçleştiriyordu. Patlayan dudağından akan kan ağzına dolmuştu. Sağ bacağının içi acıyordu. Öyle bir şiddetle açılmıştı ki bacağı, kası zedelenmişti. İçinde gidip gelenin bir et parçası olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Babasının işliğinde gördüğü o kalın zımparalardan biriydi sanki. Etini çekiştirerek, yakarak, yırtarak deviniyordu içinde. Karşı koymaktan vaz geçmiş, üzerinde hırıldayan adamın daha fazla canını yakmasını önlemek için kendini serbest bırakmaya çalışıyordu. Ancak akan kanı yapış yapış pıhtılaşırken ve her darbede makatındaki yarık biraz daha açılırken bu mümkün değildi. Debelenmenin, içindeki et parçasından kurtulmaya çalışmanın bir faydası olmamıştı.

Bademcik ameliyatı olduğu günü anımsadı. Küçücük kolundaki damara sokulan iğneyi düşündü. Nefes aldıkça içine yayılan o sıcak duygu… Hemşire 100′den geriye doğru saymasını istemişti ama o sadece 94′e gelebildiğini anımsıyordu. Sonrası yoktu. Gözünü açtığında hastanedeki odasında yatıyor, annesinin saçlarındaki şefkatli dokunuşunun tadını çıkarıyordu. Bayılmak için dua etti. Uyandığında her şeyin bitmiş olmasını istiyordu. İnsan, diye düşündü, dilediği an bayılabilmeli.

Ama olmadı. Bilinci onu dinlemiyordu. Yaşadığı her bir an, zihnine acımasızca kazınırken hayatından kareler geziniyordu gözlerinin önünde. Fabrikadan emekli babası. Kendini dine adamış annesi. Mahallenin bıçkını, futbol delisi abisi… Küçük erkek kardeşi… Okuldan eve gelirken tepeden tırnağa onu süzen dedikodu kumkuması komşuları Muazzez teyze… Dükkan boş olduğunda, gizlece poposunu elleyen bakkal… Fransa’da okuduğu orta okulu anımsadı. Mutluydu orada. Sınıf arkadaşı olan oğlanla konuştuğu için apar topar Türkiye’ye dönme kararı almıştı ailesi. 12 yaşında iki çocuğun ders hakkında bile olsa başbaşa konuşması kabul edilebilir bir şey değildi babasının gözünde. Aile namusunu korumak için dönmüşlerdi. Tek kelime Türkçe bilmeden geldiği anavatanında hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı o küçücük yaşında. Namusunu korumak için.

Tüm bunlar akıp giderken onu dehşete düşüren bir düşünce çınladı beyninde ve o an ağlamaya başladı: Ne olur Allahım… Ya hamile kalırsam

HÜR'ce

Kürtaj cinayetse...

Kürtaj cinayetse,
eğitimsiz,
geçmişinden bihaber, kimliksiz,
geleceği belirsiz,
beklentisiz,
hedefsiz,
ümitsiz,
başını sokacak evi,
masasına koyacak ekmeği,
hiçbir sosyal güvencesi,
yaşlılıkta huzurlu günleri olmayan,
bugünü sanal,
yarını hayal
insanların tavşan gibi üremesini teşvik de toplu katliamdır.

HÜR'ce

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Sevgili Bayan Jarvis


Sevgili Bayan Jarvis,

Dünyada anne sevgisinin yerini dolduracak hiçbir sevgi olmadığı yönündeki düşüncenize tüm kalbimle katılıyorum. Antik dünyanın kutsadığı bu değerin, modern çağlarda yeniden gündeme yerleşmesinde oynadığınız rolden dolayı sizi tebrik ediyorum. 365 günlük takvimimizde annelere özel bir gün var sayenizde.

Anneler günü her yaklaştığında çılgın bir telaş kaplıyor ortalığı. Gazeteler, dergiler, billboardlar, televizyon kanalları, radyolar, internet siteleri bangır bangır haykırıyor. Mallarını satmak için birbiriyle yarışta hiçbir fırsatı kaçırmayan firmaların ilanlarında, kartpostallara layık sahnelerle bezeli fotoğraflar sokuluyor gözümüze. Anne, çocuk, torun; üç kuşak bir arada, bir sevgi yumağı halinde çiçekler, kuşlar, kelebekler arasında sarmaş dolaş gülümsüyor. Birbirlerine sahip oldukları için duydukları mutluluk, suniliğin yapış yapış akışkanlığıyla karelerden taşıp bakanlara bulaşıyor.

Gelin görün ki Bayan Jarvis, anlamakta ve takdir etmekte zorlandığım bir şey var: Sevgisizlik yüzünden kendi köşelerimizde için için ızdırap çektiğimiz; uçsuz bucaksız bir tatminsizlik girdabında sevgiyi yakalamak üzere mübah sayıp her yolu denediğimiz (ve çoğunlukla da bu yüzden yoldan saptığımız); annesini kaybedenlerin ya da annesiyle hiçbir zaman iyi ilişkisi olmamışların; çocuğunu kaybetmiş ya da ilişkisi kopmuş olanların; imkânsızlıklar yüzünden ayrı düşmüşlerin; huzur evlerinde, malum kaderlerine terk edilmiş ya da sokağa atılmış olanların “sevgiye hasret” yaşadığı şu dünyada… Karşılıksız, katıksız, derin bir sevgiyi onurlandırmak için yılın sadece bir gününün etiketlenmesi fikrini benimseyemiyorum bir türlü.

Size kendinizi dünyadaki herkesten ve her şeyden üstte ve önde tutulduğunuzu; her koşulda, hatalarınızla sevaplarınızla kabul göreceğinizi hissettiren o duygu… En karanlık günlerinizde ruhunuzu aydınlatan o ışık… Nerede ya da ne kadar uzağa gitmiş olursanız olun, hep geri dönüp sığınabileceğinizi bildiğiniz o şefkat… Kaç yaşında olursanız olun, hep ihtiyaç duyacağınız; son nefesinize kadar hasretini çekeceğiniz; mahrum kaldıkça içinizdeki yoksunluğun ağırlığı altında ezileceğiniz; evet, kelimenin tam anlamıyla yeri hiçbir zaman dolmayacak o sevgi… Bir demet çiçek, bir göşterişli hediye paketi, bir ziyaret, bir telefon görüşmesi, sosyal ortamlarda kalplere, çiçeklere bulanmış özlü sözlerle mi ifade bulmalı?

Bardağın boş tarafına baktığımı düşünebilirsiniz Bayan Jarvis. Güçlünün zayıfı ezip geçtiği kaotik düzen içindeki bu dünyada, anneler gününün insan doğasındaki iyiliği ortaya çıkaracak, sevginin gücünün her türlü melanetin üstesinden geleceğini anımsatacak bir ayraç olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu şekilde değerlendirmediğim için, size göre ben iflah olmaz bir karamsar, keyif kaçıran bir umutsuz, dar görüşlü bir uyumsuz da olabilirim.
Ama ben bazı duyguların, bazı bağların özel olduğuna inanıyorum. Bir bulaşık makinesi ya da otomobil markasının, bir bankanın, bir telefon operatörünün, bir sigorta şirketinin, bir geriatri kliniğinin, bir epilasyon merkezinin, bir restoranın, bir pizzacının, bir alışveriş merkezinin grotesk ifadelerle ağzına sakız edemeyeceği kadar da kutsal.

Tevazunun içtenliğinden uzakta, mahrumların duygularını hiçe sayan abartılı, kaba kutlamaların; şuursuzca dolaşıma çıkarılan ve birçok insanın içini kanatan “sevgili annem” temalı mesajların, o kutsal duyguyu ne onurlandırmaya, ne kutlamaya uygun olmadığını düşünüyorum.

Sonuç olarak Sevgili Bayan Jarvis,

Her yıl, Mayıs ayının ikinci pazar gününü herhangi bir gün olarak algılamak yönündeki tercihimde ısrarlı olduğumu bilmenizi istiyorum. Karanlıktan kaçıp sığındığım rüyalarım, yalnızlığımdaki şefkatli dokunuşum, neşemdeki cömertliğim, elemimdeki dirayetim, emeğimdeki sabrım, dostluklarımdaki vefam, aşklarımdaki sadakatim, yemeğimdeki lezzet, giysimdeki renk, evimdeki nizam, yuvamdaki huzur olan annemi düşünmeden, hissetmeden geçirdiğim tek bir günüm yok ve bunu tüm dünyaya, metazorik bir üslup çerçevesinde ilan etmem gerekmediğine inanıyorum.

Niyetinizin içtenliğine duyduğum saygı gereği, çevremdeki zerafet ve derinlikten uzak, şuursuz çığırtkanlığı duymazdan gelmeye ve hatta elimden geldiğince hoş görmeye çalışıyorum. Ancak, açıkladığım gerekçelere bağlı olarak, coşkun kutlamanıza bu yıl da katılmayacağımı bildirir; başta siz olmak üzere, yüreğindeki saflıkla bu günü kutlayanların anneler gününü tebrik ederim.

Saygılarımla,
HÜR’ce

8 Mayıs 2012 Salı

Meeee...

Bazı gazetelerin köşe yazarları, türkçemize uladıkları akademik terimler ve yabancı dillerden evlat edinilmiş sözcüklerle, postmodern tarzda dayayıp döşedikleri makalelerinde gündemi irdeliyor, gelişmeleri sorguluyor, gidişat yorumları yapıyorlar. Okuyucuların hepsi, tercihan yurt dışında, siyaset, sosyoloji, psikoloji ve felsefe eğitimi almış da üstüne mastır, hastır, artık daha da üstü ne varsa külliyen tamamlayıp yutmuşçasına, bir rahatlık, bir güven, bir rehavet içinde akıp giden bu yazılara baktığımda merak etmeden duramıyorum: Kimlere sesleniyor bu yazılar? Kimlerden medet umuyor? Kaç kişi bu alimler güruhu?

Eğitim düzeyinin secdeye yatıp kendini Allah’a havale ettiği… Bırak okuduğunu anlamayı, Türkçeyi doğru düzgün konuşamayanlara canla başla, gözü kapalı oy verildiği… Dünyanın en kalifiye işsizler ordusunun sokaklarda uygun adım gezindiği… Üniversite mürekkebi yalamışların kitapçılara sadece kahve içmek için gittiği… Fasıl muhabbetlerinde Nazım şiirlerine bulanıp ülke kurtarmaya kolları sıvayanların hasıl olduğu… Kayseri’yi Kıbrıs’ta, mısır piramitlerini gümrük deposunda, Cumhuriyet’in ilanını bir bahar ayında sananların yurdunda kaleme alınan bu yazılara baktıkça eski bir fıkra geliyor aklıma:

Ve onlar dediler Isa’ya:
- Sen bizim varoluşumuzun eskatolojik manifestosusun.
Ve İsa dedi onlara:
- Ha?

HÜR'ce

Yürüyün piramit inşaatına!

Uzak durayım, bakmayayım, cehalet mutluluktur, diyorum ama kendime söz geçiremiyorum. Gazeteleri, haberleri hayatımdan çıkarabilsem kendi yağımda kavrulup gideceğim ama ne mümkün! Eve gazete almayı bıraktım ama bilgisayardan, internet bağlantısından nasıl vazgeçeyim? Sinsi sinsi uzanıyor elim, bir iki tıkırtı, hoop, gazeteler karşımda. Gündem, Türkiye, Politika, Yaşam, Sağlık, Kültür-Sanat… Her bir bölüm, çağdışı, akıl dışı, mantık dışı acizliğimizi yansıtan birbirinden yürek paralayıcı haberle arz-ı endam ederken boğulma duygusu yaşıyorum resmen.

Eh işte, bugün de farklı değil. İlk yazıldığı tarihten bu yana defalarca “yenilenen” anayasa; politik kadraja usul usul sokulan başkanlık sistemi; Yunan tragedyalarının üç birlik kuralını anımsatan tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet söylemleri…

Üç birlik kuralı deyince aklıma geldi: Bu topraklarda yaşayan bireyler olarak, birlik ve beraberlik kavramlarına bu kadar kayıtsız kalmamayı başarabilseydik; göçebe ruhlarımızı hasbelkader sahip olduğumuz üç kuruşluk dünya mallarına ve sıfatlarına yapışıp yerleşik düzende sabitleme yoluna gitmeseydik; geleceğimizi kahve fincanlarında, çay yapraklarında, çakıl taşlarında, kuru fasulyelerde arayıp şifayı boncuklardan, muskalardan ve uhrevi ritüellerden sormasaydık, gazetelerin gündem maddelerinden birçoğu kaleme alınmayacaktı. Zihniyle, yaşam kültürüyle bu kadar dağınık ve esrik akıllı bir topluluk olduğumuzdandır belki de, müstahaktır kabîlinden, başımıza bir padişah, bir imparator, iyisi mi bir firavun lazım.

Ufukta bir “exodus” görünmediğine göre, az laf çok iş düsturundan yola çıkıp mimari, taş işçiliği, yontmacılık gibi konularda araştırmalara girişelim derim. Zira çok yakında, yapımı nesiller boyu sürecek bir inşaatta çalışmaya başlayacak olabiliriz.

HÜR'ce

Hurafe


Hiç suçlamayın yalnızlığı! O sadece yanlış anlama kurbanı. Sandığınızın aksine yalnızlık, mutsuzluğun sebebi değil; aksine, yalnızlığı saçından sürükleye sürükleye, yaka paça hayatınızın orta yerine getirip atıveren mutsuzluğun ta kendisi.

Siz bakmayın, derdini söylemeyen derman bulamaz, diyenlere. Acılı başta akıl olmazmış. İçinizi burgu gibi oyan, kalbinizi sıkıştıran mutsuzluk dilinizi bağlar. Acının ellerinde parçalanan ruhunuzdan dökülen molozlar yüzünden toz duman deryasında kör olur akıl. Acizlikle öfke arasında gidip gelmekten başı dönen zihniniz bile bıkar bu nafile çabadan. Bırakın derdinizi anlatmayı, sözcük dağarcığınızdan eli yüzü düzgün, aklı selimleri seçip düzgün cümle kuramaz hale gelirsiniz.

Anlatmak ve anlaşılmak için çabalamayın. Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler. Anlaşılmayacak sizin de ağzınızdan dökülenler. Hem bilin ki, acılarınızın sorumlusu sizsiniz: Konuştuğunuz için, sustuğunuz için, ağladığınız için, güldüğünüz için, düşündüğünüz için, umursamadığınız için, metanetli davrandığınız için, direnciniz kırıldığı için, çabaladığınız için, ipin ucunu bıraktığınız için, kabullendiğiniz için, itiraz ettiğiniz için… İnsan olduğunuz için.

Acılarınızla başa çıkmak, sorunları çözmek, bir tatlı huzur almak, mutluluğu yakalamak umuduyla kapısına koştuğunuz arkadaşlar, dostlar, sevgililer… Siz şiddeti yüksek bu içsel depremle sarsılırken, hepsi de enkaz altında kalmaktan korkarak kaçıp giderler. Zaten başkalarını ilgilendirmez emekleriniz, çabalarınız, fedakârlıklarınız, vazgeçişleriniz. Kime ne sizin umutlarınızdan, hayallerinizden. Neye niyet etmiştiniz, nelerle yetindiniz… Her koyunun kendi bacağından asıldığı bu hayatta siz sadece misafirsiniz; anca bulduğunuzu yersiniz.

Korkmayın yalnız kalmaktan! Yol göstermek yerine, seçtiğiniz yolların, denediğiniz yöntemlerin hatalarını sayıp dökmekten başka beceri gösteremeyenlerin; anlamaya çalışmak yerine sizi kendi dertlerinden bir potpuriyle sindirenlerin; sizi “herkes”leştirerek bireyselliğini koruyanların dünyasında o bir nimettir aslında. Ne demişler, seyrek git dostuna, seni taç etsin başına.
Gelin siz beni dinleyin; bırakın yalnızlığı suçlamayı. Acılarınız içinizi kavururken yüreğinizi ferahlatan, sizi avutan, ayakta tutan tek şey, hoşnutsuzluklardan, yargılardan, beklentilerden, zorunluluklardan uzaktaki yalnızlığınızın şefkatli kolları olacaktır.

Ha, ben yalnız kalamam; ille de eş, dost, yar, yaren, aşk, meşk isterim diyorsanız eğer, sıkın dişinizi, tutun dilinizi, içinize gömün hislerinizi. Çünkü acılar konuşunca hayat susar.

HÜR'ce

21 Mart 2012 Çarşamba

Denize at!


“Ben onun için işimden gücümden ayrıldım; o beni kapının önüne koydu…” İhsan sahibi vatandaşın bizzat kendisi yerine, bol baharata bulanmış başka ağızlardan duyduğum bu cümleye takılmadım desem yalan. Hatta takılmak ne kelime, resmen demir attım. Kafamın içinde yankılana yankılana dönüyor; yetmezmiş gibi göğsümün üstüne olanca ağırlığıyla oturmuş harlı ateş gibi kavuruyor. Yanlış adrese gönderilmiş kötü içerikli mektup gibi. Evirip çevirip tartıyorum, sorguluyorum, anlamaya çalışıyorum; hiçbir yere oturtamıyorum. Bana ait değil; sahibi ben değilim. İşin tuhafı, içimde ne suçluluk, ne eziklik duygusunun olmaması. Tam tersine, büyük bir kızgınlık var, ki biraz kurcalasam öfkeye dönüşecek.

Gün geçmiyor ki, hammasete bulanmış fedakârlık öyküleri duymayayım. Eşinden ayrılmış, “onun için” nelerden vazgeçtiğini anlatıyor. İşinden ayrılmış, “orası için” nasıl çırpındığından dem vuruyor. Arkadaşıyla bozuşmuş, “onun yüzünden” nasıl özveride bulunduğunu haykırıyor. Bir yazıklar olsun, bir haram olsun vaveylası kopuyor ki değme gitsin. Çeteleler çıkıyor ortaya, alınıp verilenlerin listesinin üstünden tekrar tekrar geçiliyor; kazançlar kayıplar yatırılıyor masaya. “Ağır” kayıp yoksa verilmiş sadakalara şükredilip alelacele çöp kutusuna atılıveriliyor “onca zamanlık” ilişkiler. Maazallah, kayıp varsa, vur abalıya! Ağızlara sakız bir ihanet öyküsüne dönüşüyor. Pişmanlıklara bulanmış küskünlüklerden geçilmiyor ortalık.

Be insan evladı, be hanım kızım, be efendi oğlum, be teyzeciğim, be amcacığım, güzel kardeşim… Sen ki, kendini sütten çıkma ak kaşık görüyor, bulunmaz hint kumaşı sayıyor, bir kayra misali kendi incilerini sayıp döküyorsun ve “kadersizliğine” yanıyor, “arkandan bıçaklayan ellere” sayıp sövüyorsun… Haydi geç karşıma da, baştan sona anlat bakalım bana bu işin matematiğini. İnsanlığını, arkadaşlığını, dostluğunu, sevgini, saygını, hatırını nasıl formüle ettin; nasıl ölçüp biçtin. Değerini, ederini nasıl belirledin? Neye göre “iyilik” lütfettin; neye göre ihsan eyledin. Gel anlat da, ben de öğreneyim. Gerçekten rahat mı için? Aynada kendi yüzüne bakıp gülümseyebiliyor musun? Ağzında döndüre dolaştıra çiğnediğin bu sakız mideni bulandırmıyor mu? Tükürürcesine ağzından fırlayıp giden bu pişmanlık senin eserin değil mi?

Gel hiç lafı dolandırmayalım. Ne sen beni yor, ne ben seni. Boşa tüm bu tartışmalar, sen de biliyorsun. Ben derim ki: Sadece ve sadece kendi bıraktığımız izleri görmek için arkaya bakmalıyız; geçmişin bizde bıraktıklarını görmek için değil. Bakmazsan görmezsin, görmezsen düşünmezsin, düşünmezsen takılmazsın, takılmazsan korkmazsın, korkmazsan tökezlemezsin, tökezlemezsen yolunda düz gidersin, yolunda düz gidersen çevrende olan bitenleri farkedersin, çevrende olan bitenleri farkedersen güzellikleri görürsün, güzellikleri görürsen mutlu olursun, mutlu olursan hayatın tadını çıkarırsın, hayatın tadını çıkarırsan dolu dolu yaşarsın. Tamam mı ademim oğlum?
Sen şimdi bana ithaf ettiğin “öfkenâme”ni al… Kaldır bir çekmeceye. Gözünden, gönlünden ırak tut. Yıllar geçsin, üzeri tozlansın; illâ bulacaksın onu bıraktığın yerde. O zaman bir daha bakarsın ve belki bu dediklerimi daha iyi anlarsın.

HÜR’ce

8 Mart 2012 Perşembe

8 Mart...

Kadınlara ayrılmış bir gün: Dünya Kadınlar Günü.

Kadın olduğu için kutlanan ve ertesi gün unutulan, ötelenen; ataerkil düzenin sorumluluklarıyla donatılmış; yaşamı, istekleri, hayalleri için savaş veren milyonlar için takvimde tek bir sayfa...

Yeterli mi? Doğuran, doyuran, çalışan, çabalayan, koruyan kollayan, yeri geldiğinde kocasının, oğlunun yanında savaşan, inançlar uğruna canından olan, yine de hayatın her alanında karşısına çıkan dışlanmışlıkla mücadele etmek zorunda kalan, batıllarda boğulan, uğursuzluğa yorulan kadınlar için tek bir gün?

Bir kadının hayatını düşününce, yeterli değil elbet. Kundaktan oturduğu sandalyede ayaklarının yere değdigi güne kadar geçen masum çağın bedelini mezara kadar dişiyle tırnağıyla, kanıyla, sütüyle ödeyen bir kadın için 365'te bir ne ki...

Ancak bu noktada ünlü yazar, düşünür ve gazeteci Simone de Beauvoir’ın meşhur vargısı geliyor aklıma: Kadın doğulmaz, olunur.

Gücü elinde tutanların güçsüzleri “öteki taraf” olarak nitelendirdiği dünyamız düzeninde, varlığımızın değerini önce bizler idrak etmeliyiz. Ailemiz, toplumumuz, ulusumuz ve hatta yaşamın devamlılığı için ne denli önemli olduğumuzun bilincine varmalı, kadın olduğumuz için önce bizler kendimizi kutlamalıyız. Çünkü inanıyorum ki, gücümüzün farkına vardığımızda, çabalarımızı, başarılarımızı kendimiz takdir ettiğimizde; ideallerimize, hedeflerimize, hayallerimize kendimiz inandığımızda ve kendimize saygı duyduğumuzda, kutlanmak ve alkışlanmak için takvimlerin 8 Martı’ı göstermesini beklemek zorunda kalmayacağız.

Her bir günümüzün 8 Mart gibi coşkuyla ve gururla geçmesi dileğiyle, tüm kadınların Dünya Kadınlar Günü’nü içtenlikle kutlarım.

HÜR'ce

1 Mart 2012 Perşembe

Zarar, ziyan...

Bazı insanların yaşamaları üzücüdür. Zekâ, yetenek, saflık, dürüstlük, onur, azim israfıdır. Ruh müsrifliğidir.

Düşler diyarında müebbet gezinti mahkumudur onlar. Hayalleriyle, becerileriyle, sebatlarıyla alay eden hayat onları yerden yere vurur. Çırpınmak, ayakta kalmak için durmadan, dinlenmeden uğraş vermek, ne ruhlarını, ne bedenlerini beslemeye asla yetmeyecek kırıntılarla mutlu olmaya çalışmaktır onların kaderi. Acıları dilsiz, umutları kör, çabaları kötürümdür.

Şans, zihinlerinin onları götürebileceği en ırak diyarlardan bile uzaktır onlara. Neye ellerini atsalar kurur. Dürüst oldukları için dışlanır, çalışkan oldukları için kıskanılır, iyi niyetli oldukları için horlanırlar. Zekâlarını, yeteneklerini, azimlerini, sadakatlerini ortaya koyduklarında çakalların sofrasına meze olurlar. Derin bir yalnızlıkla kader arkadaşlığı yaptıkları hayatları en ucuz romandan bile beter talihsizliklerle örülüdür. Onlar, hoyrat bir yazarın kaleminden dökülmüş bir oyunun çilekeş aktörleridir.

Pençeleşmiş tırnaklarıyla tutunmaya çalıştıkları hayatın onlara verdiği tek ödül, onları tanıyanların insanlıklarına düzdükleri kuru övgülerdir. Ayandır ki, onlara güvenilir. Sırları, günahları, hataları taşırlar mühürlü zihinlerinde. Bellidir ki, onlar kara gün dostudur. Hastalıkta, yoklukta, çalınacak kapının ardındadırlar. Aşikârdır ki, onlar bilgedir. Çıkmaz sokaklara düşenlerin yol göstericisi, yeni ufuklara yelken açmak isteyenlerin kılavuzu, kayıpların bulucusu, yanıkların merhemidirler.

Ağlayacak omuzları, seslerini işiten kulakları, göz yaşlarını silecek elleri, sığınacakları kucakları yoktur. Başkalarının üzüntülerine arkasını dönen, gününü gün etmekten başka emeli olmayan, gemisini yürüten kaptanların fazla dramatik, dolayısıyla da sıkıcı bulup tahammül göstermediği, esirgediği dostluğu, şefkati, merhameti, desteği, neşeyi kendi içlerinde çoğalarak yaşayanlardır onlar; yalnızdırlar.

Eğer onlardan birini bile tanıma şansınız olduysa, siz de kabul edersiniz ki, o insanların yaşamaları üzücüdür. Zekâ, yetenek, saflık, dürüstlük, onur, azim israfıdır. Ruh müsrifliğidir. Milyonlarca insanın yağla balla yoğurulduğu cömert dünyada onların varlığı zarardır, ziyandır... Yazıktır.

HÜR'ce

10 Kasım 2011 Perşembe

Gibi...

Duydun mu? Sabahı bir çığlık gibi yırtan bu ses... Sirenler senin için çalıyor. Asfalta çakılmışçasına duruyorum. Kıpırtısız. Haykıra haykıra ağlamak geliyor içimden; gözümden bir damla yaş süzülüyor sadece. Yüzümde akan bir damla asit gibi...

Bekle. Epi topu bir dakika sürecek. Sabırsızlık etme. Baştan sona her şeyi gözden geçirmek için bir dakikam var. Nereden nereye geldiğimizi görmek, utanmak, korkmak, kızmak, özlemek, direnmek, tutunmak, tırmanmak için bir dakika yetermiş gibi...

Dinle bak. Senin de tüylerin diken diken oldu mu? Marşımız çalıyor. Nasıl da haysiyetli, nasıl da kendinden emin, değil mi? Senin bakışların, senin gözlerin, senin sözlerin, senin devrimlerin, senin kararlılığın, senin cesaretin gibi...

Korkma. Aldırma bayrak yarıya indi diye. Onurumuzun, ideallerimizin, milli varlığımızın yerlere indiği şu dünyada, bir günlük, tek perdelik bir gösteri bu. Yarın yine en tepede dalgalanacak; onun altında tek yürek olmayı başarmışız, her şey yolundaymış, ona layıkmışız gibi...

Yürü benimle. Görüyor musun? Her yerde sen varsın. Şiirler senin için okunuyor. Rumeli türküleri senin için çalınıyor. Liderlik dehandan ideallerine, devrimlerinden giyiminle, saç traşınla ne kadar bakımlı bir erkek olduğuna kadar deşebilecekleri her konuda seni anlatıyorlar. Senin gibi olmak, senin yolundan gitmek zor olduğu için tek yapılan bu; sadece övgülerle yaşayabilirmişsin gibi...

Sorma. Kaç kişiyiz, bilmiyorum. Şimdi sadece sen ve ben varız. Sen buruk, ben üzgün. Sen hayretler, ben utançlar içinde. Sen gönlü kırık, ben kanadı kırık. Bugünü yaşayalım ne olur. Sen ölmemiş, ben doğmamış gibi...

HÜR'ce

7 Ağustos 2011 Pazar

En büyük hayal kırıklığım...

En büyük hayal kırıklığımı ne annemin marazi korkusu nedeniyle jimnastik hayatım sona erdiğinde yaşadım, ne de asla bisiklet alınmayacağını öğrendiğimde... Ne uyulması tartışmasız zorunlu kurallar ve yasaklarla kuşatılmış olduğumu anladığımda, ne başarısızlığın anlayışla karşılanabilir bir seçenek olmadığını gördüğümde... Ne ailemin bile sevgisinin bazı şartlara bağlı olduğunu gördüğümde sızladı içim bu kadar, ne onları toprağa verdiğimde yandı canım böyle... Ne kısacık hayatımın 15 yılının her gününü paylaştığım dostum tarafından bir kalemde siliniverdiğimde, ne 485 gün boyunca yolunu gözlediğimce telefonun ucunda terkediliverdiğimde... Ne ihanetler, ne çaresizlikler, ne de çöküşler kırdı kalbimi... Ne hatalarımı yüzüme vurup eğlenenler, ne kusurlarımı içki sohbetlerine meze ederek beni yerden yere vuranlar... Ne tüm haşmetiyle insanları ezen bir plaza katında dolgun bir maaşla çalışmıyor olmak, ne yıllarımı verdiğim mesleğin beni limon kabuğu gibi sıkıp atması... Ne emeklerimin beş para etmemesi, ne çabalarımın değer görmemesi...

En büyük hayal kırıklığımı şimdi, hayatımın ilk baharına veda ettiğim, “olgunluk” çağına girdiğim, pek çok şey için artık “çok geç” olduğu bu dönemde yaşıyorum.

En büyük hayal kırıklığım, insanlara onların beklediği, istediği gibi biri olamayacağını kırmadan, incitmeden anlatabilmenin yollarını arayarak geçirdiği onlarca yılın ardından, aslında kim olduğunu unutmuş birine dönüşmüş olduğumu görmek. Hayata nasıl kafa tuttuğuna, nasıl ayakta kaldığına, nasıl yürüdüğüne, nasıl koştuğuna, nasıl coştuğuna, nasıl mutlu olduğuna dair tüm kayıtları silinmiş biri olmak... Çevresini memnun etmek, onlar tarafından kabul edilmek için didinip "çevresiz ve çerçevesiz" kalmak...

Aklımdan neler geçerdi? Neler yapmak isterdim? Hangileri çocukça hayallerdi, hangilerini gerçekleştirebilirdim? Neleri severdim, neleri sevmezdim? Nelere ulaşmak isterdim, nelerin üstüne giderdim, nelerden kaçardım? Neleri umursamazdım, neler karşısında sarsılmazdım? Nelere boyun eğmezdim? Tökezlediğimde nasıl muzipçe gülerdim? Düştüğümde nasıl bir şey olmamışçasına kalkıverirdim? Ben kimdim, nasıl biriydim ki bu kadar değiştirmek istemişlerdi? Koşulsuz sevgimi, sarsılmaz sadakatimi, kayıtsız neşemi, çokcuksu merakımı ve ilgimi, tükenmez enerjimi ne ya da kimler uğruna feda etmiştim? Ve artık kimse benimle uğraşmadığına, beni dönüştürmek için bir şey yapmadığına göre, ne zaman ve nasıl değiştim?

En büyük hayal kırıklığımı, bugün, kendime bakınca yaşıyorum: Savaşmak yerine köşesine çekilen, anlatmak yerine susmayı seçen, “ben” zırhıyla öne çıkmak yerine “sen bilirsin” ya da “fark etmez” kalkanı arkasına geçen, hayattan elini eteğini çekmiş, isteklerini kaybetmiş, umudunu yitirmiş, yaşamın içinde amaçsızca adımlarının peşi sıra sürüklenen, ipin ucunu bırakmış, kabullenmiş, razı olmuş bu kadını gördüğümde...

Aslında en büyük dehşetimi yaşıyorum: Hayal kırıklığının gerçekte ne anlama geldiğini gördüm bugün. O karanlık kuyunun dibinde oturmuş çıkış yolu bulmak ümidiyle gün ışığını ararken ve yaşam savaşı veren içimdeki çocuk son bir çırpınışla elimi yakalamışken kavradım hayal kırıklığının canlı canlı gömülmekten farksız olduğunu. Ömrümün yarısını boşuna harcadığımı fark ettiğim bugün gördüm ki, hayatı yaşanır kılan, ona anlam katan şey, birilerini memnun etmek uğruna kendini örtbas ettiğin için değil; kendin olma cesaretini gösterebildiğin için sevilmek. Kabullenmek değil, belirlemek, seçmek, tercih etmek ve üstüne gitmek. Birilerinin senin yanında olması için ya da arkanda kimseyi bırakmamak adına beklemek, duraklamak değil; yolda mutlaka birileriyle karşılaşacağını bilerek ilerlemek, kendi adımlarınca yürümeye devam etmek.

Çünkü en büyük hayal kırıklığı, en büyük dehşet yani gerçek yalnızlık, kendini terk ettiğin gün başlıyor.

HÜR'ce

14 Mart 2011 Pazartesi

Camdan atlayasım var!

Aklımın ucundan bile geçmedi atlamak. O kadar şiddetli sallantıya eşlik eden bir o kadar büyük bir şaşkınlık ve korkuya rağmen, hiçbir zaman seçeneğim olmadı pencereden fırlamak ve kendimi boşluğa bırakmak. Elbette bu seçenek yoksunluğunun altında, uzun yıllardır bahçe katında yaşıyor olmanın payı vardır. Belki, hayata bağlılık sorunu yaşıyorumdur ve hatta intihara meyilliyimdir. Ancak tahminimce, yani yurdumun her on necip insanından en az altısının, 3,5-4 büyüklüğündeki sarsıntılarda bile kendilerini camdan aşağı bıraktığını göz önünde bulundurunca, en büyük eksiğim zekâ yoksunluğu. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini de bizzat deneyimlemiş, depremin hemen sonrasında enkazı gezmiş olduğumu itiraf edersem, akılsızlığımın boyutlarını netleştirmiş olurum sanırım.

Çökme ve yıkılma riski çok yüksek binalarla dolu bir şehrin, yaş ortalaması 40 olan binalardan müteşekkil bir semtinde, Allah’a emanet yaşayan biri olarak, bu kadar basit bir hareketi akıl edemeyişimin başka açıklaması var mı? Kendimi dışarı atınca kırıklardan, incinmelerden ve hatta muhtemel bir kalıcı sakatlanmadan kaçamayacağımı, birbiri ardına yıkılan binaların üzerime yağacak döküntüleriyle ciddi biçimde yaralanabileceğimi, ilk yardım ve kurtarma konusunda insanları çekiştirmek ve kaktırmak dışında bilgisi bulunmayan bir toplumda, bana kalan işe yarar parçalarımı da kurtarıcılarımın ellerinde heba etmek zorunda kalabileceğimi hesaplamış olabilir miyim? Belki de, kaotik ortamlarda en büyük tehlikenin paniğin kendisi olduğuna dair temelsiz bir inancım vardır. Depremde alınması gereken önlemler hakkında bilgi veren “sözde uzmanlar”a kulak vermişliğim de olabilir.

Ekranımdan bana bakan haber karşısında derin düşüncelere dalmış durumdayım. NTV haberinin baş kahramanı, Japonya’da meydana gelen 8,9 büyüklüğündeki deprem sırasında ülkede bulunan Türklerden İSK (yaş kim bilir kaç), deprem sırasında yaşadıklarını anlatmış: “Ben Tokyo’ya 20 kilometre uzaklıktaki Tayitama eyaletinin Toka şehrinde oturuyorum. İlk sarsıntı sırasında evdeydim. Bayağı bir şiddetliydi. Kendimi camdan dışarı attım. Fakat uzun sürdü, hemen kesilmedi. Biraz sakinleşir gibi olunca tekrar eve girdim. Ama ikinci kez bir sarsıntı oldu, ben yine camdan atladım.”

Takdir edersiniz ki, ziyadesiyle gerginim; kendim için endişeleniyorum; akılsızlığıma hayıflanıyorum. Söz konusu kardeşimizin, Türkiye’deki büyük depremlere şahit olduğuna ve o korkunç dehşeti yaşadığına, ruhuna yapışan korkunun esiri olduğuna ve ülkesinden binlerce kilometre uzakta, dünya tarihinin en büyük depremlerinden birine de yakalanan bir bahtsız bedevi olduğuna dair bir öykü uyduruyorum kafamda. İçimi rahatlatmak ve tabii uydurduğum öyküyü inanılır kılmak üzere Japonya haritalarına bakıyorum. Amacım, adamın yaşadığı yeri bulmak, depremin merkez üssüne yakınlığını görmek. Hani çok yakın bir mesafede bu kaosa tanıklık ettiğini görecek ve kendi akılsızlığıma geri döneceğim. Ama ne yazık ki, yaşadığı yeri bulamadığım gibi, talan ettiğim sanal alem de, Japonya’da atlayan tek kişinin Türk olmasına dair fıkra niteliğinde haberlerle çalkalanıyor.

Bu duruma fena halde canım sıkıldı. Kahramanımızı haklı çıkaracak tek bir ipucu bile yakalayamadım. E niye uğraşıyorsun be kadın, diyeceksiniz. Bir deprem ülkesinde yaşıyoruz. Binalarımızın üçte biri ruhsatsız, üçte biri yaş haddinden emekliliğini bekliyor, üçte biri de hayata ince demirlerle tutunmaya çalışıyor. İnşaat sektörünün büyük kısmının adının çıkmasına yol açan müteahhitler mafya kıvamında çalışıyor. Ne de olsa, çok veren maldan, az veren candan. Jeologlar, deprembilimciler, şehir planlamacıları, belediyeler, mimarlar, mühendisler sessiz sinema oynuyor (Esasen ülkemizde hem uzman kıtlığı yaşanıyor, hem de mevcut nadide uzmanların da sesi soluğu duyulmuyor.). İnsanlarsa, derin bir tevekkül içerisinde Allah korusun’a bulanmış, bir sorundan kurtulmanın en kesin çözümü olarak unutmayı, görmezden, bilmezden gelmeyi seçmiş durumda. Eh, bu şartlar altında, deprem kapıyı çalınca yapılacak tek şey de camdan atlamak. Zaten İSK kardeşimiz de muhtemelen Japonya’da yeni; alışık değil sağlam binalara, planlı yaşama, düzenli harekete. Yurdunda ne gördüyse onu uyguluyor. Hem yaklaşık 44,5 milyon insan (74 milyonun % 60’ı) yanılıyor olamaz.

Siz siz olun, hiç İSK’ya gülmeyin, alay etmeye kalkışmayın. Eğer siz de benim gibi camdan atlamayı hiç düşünmediyseniz, söyleyeyim, aptallık bizde. Bunu bir düşünün.

Haydi bana müsaade. Balkona çıkıp atlama talimi yapmam gerek. Bu sefer giriş katındayım. Biraz idmanla bu işi kıvırabilirim diye düşünüyorum. Türküm, doğruyum, atlarım.

HÜR'ce

26 Şubat 2011 Cumartesi

Göze almak gerek!

Günlerdir bu konu konuşuluyor. Aslında yıllardır demek daha doğru. Bir filmin tekrar çevrimlerini izlemek gibi bir şey bu. Kadın ne yapmalı, ne yapmamalı başlıklı bu konu, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyor. Bizler de hop oturup hop kalkıyor, beylik söylemlerle tartışıyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor; kimi öfke kusuyor, kimi lanetliyor, kimi şaşırıyor, kimi korkuyor, kimi alkışlıyor... (Bu çok sesliliği seviyorum.) 2011 yılı itibariyle, her ne kadar gündemin ilk sıralarında yer alması abes gibi görünse de, toplu bir cinnetin eşiğindeyken kesinlikle üstü örtülemeyecek bir mesele. Aslında konuşulması, zıt fikirlerin ortaya dökülmesi, özünün aydınlatılması, çözüme kavuşması ve açık, yalın, belirgin bir davranış biçimiyle buluşturulması gereken birçok konudan biri bu.

***

10 Ağustos 1997 gecesi, Gaziantep’te ünlü Güllüoğlu dükkânına kapıyı kırarak giren ve baklava ile antepfıstığı çalan dört çocuğa 9 yıl hapis cezası verildi. Ancak çocuklardan üçü olay tarihinde 18 yaşından küçük oldukları için cezaları 6 yıla indirildi.

8 Aralık 2001’de, lise çağındaki 3 çocuk; çokokrem, çikolata ve bisküvi çaldıkları gerekçesiyle tutuklandı ve haklarında 8 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı.

19 Ocak 2008’de, Erzurum’da simit çalan iki çocuğun 8 yıl hapis istemiyle yargılandıkları haberi yerini aldı medyada. Çocuklar 8 yaşındaydı.

***

18 Mart 2010 akşamı saat 20.00–20.30 sularında, ders çalışmak üzere arkadaşının evine giden bir üniversite öğrencisi 2 erkek tarafından bir beyaz pick-up ile kaçırıldı, tecavüze uğradı. Yakalanan ve tutuklu yargılanan iki sanığın yapılan 3. duruşmasında, 2 kadın 1 erkek üyeden oluşan mahkeme heyeti, tecavüz eylemi dosyadaki deliller ile sabit olmasına rağmen, sanıkların tutukluluk sürelerini dikkate alarak ve dosyanın İstanbul Adli Tıp Kurumu'ndan dönüşünün uzun süreceğini gerekçe göstererek 2 sanığın tutukluluk hallerini kaldırdı.

2003 yılında Mardin'de 12 yaşındaki bir kız çocuğu, yüzbaşı, kaymakamlık yazı işleri müdürü, ilköğretim okul müdür yardımcısı ve mahalle muhtarının da aralarında bulunduğu 28 kişinin tecavüzüne uğradı. 26 tutuklu sanığın yargılandığı davanın ilk duruşması Mardin Ağır Ceza Mahkemesi'nde 24 Şubat 2003 tarihinde yapılan "gizli" celse ile başladı. "Irza geçme ve küçük yaşta alı koyma" suçundan mahkeme karşısına çıkan sanıklara 4. duruşmada tahliye çıktı ve serbest bırakıldı.

2007 yılının Haziran ayında, Muğla’da yaşayan bir kadın, tecavüz ve işkenceye maruz kaldı. Kadın, kendisine tecavüz ettiğini söylediği 8 kişiyi teşhis etti ve suç duyurusunda bulundu. Ancak savcı, "kovuşturmaya yer olmadığına" karar verdi, yapılan itirazları da kabul etmedi. Kadının hukuk savaşı halen sürüyor.

***

Türkiye'de her 4 saatte bir tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu işleniyor. Fiziksel ve cinsel şiddet merceği altında bakıldığında, suça maruz kalan kadın oranı %41,9. Taciz, tecavüz, çocukların istismarı, reşit olmayanla ilişki gibi cinsel suçlar için 2006 yılında 18 bin 625 erkeğe dava açıldı. Aynı suçlardan 2007 yılında 18 bin 191 erkek, 2008de 22 bin 243 erkek sanık sandalyesine oturdu. Suçların polise bildirilmemesi ya da “bir şekilde” kayıt altına alınamaması istasistiklerin kesinliğini baltalayan en büyük etkenler. Polis kayıtlarına girmeyen, adli takibat altına alınamayan bu suçlar karanlıkta kalıyor.

Yaşanan ve ortaya çıktığı dönem adeta toplumsal travmaya neden olan kadına yönelik tecavüz, çocuklara yönelik cinsel istismar gibi vakalar, kararsızlık, çözümsüzlük, takipsizlik gibi nedenlerle, adliyelerin tozlu raflarında unutulmaya terk ediliyor.
Çünkü söz konusu vaka tecavüz ya da taciz olduğunda eylemin iki tarafına bakılıyor.

Peki bu ne demek? Suçun tecavüz olarak adlandırılabilmesi için, mağdurun açık bir dille isteksizliğini belirtmesi yani itiraz edip karşı koymuş olması; olay anında tahrik edici kıyafet ve davranış içinde bulunmaması gerekiyor. Aynı ortamda, baş başa bulunan bir kadın ve erkek arasındaki saldırı suçlaması, hele de işin içinde dekolte kıyafet ve alkol varsa, tecavüz sınıfına girmek konusunda baştan kaybetmiş sayılıyor. Sokakta hasbelkader göz göze gelmek, mahalleden, okuldan ya da işten tanıyor olmak ve nezaketen selam vermek, bir soruyu yanıtlamak ya da yardımcı olmaya çalışmak üzere diyaloğa girmek ise, kadının isteksizliği konusuna ağır şüphe düşüren unsurlar.

***

Dişi köpek kuyruk sallamazsa, erkek köpek peşinden gitmez. Bu deyiş, sanılanın aksine sadece Türk toplumuna özgü değil. İnsanlığın evriliş ve devrilişlerle şekillenen antropolojik öyküsü, binlerce yıllık tarih sahnesinde boy göstermiş hemen her toplumun replikleri arasında rastlayabileceğiniz bu vargının, dünya genelinde hüküm sürdüğünü gösteriyor.

Hikâye özetle şöyle: Erkeğin tarım ve avcılıkla rüştünü ispat edip kadına karşı üstünlüğü ele geçirmesini sağlayan bedensel gücü, cinsel açıdan zayıflığını yani cinsel dürtü karşısındaki zaafını meşrulaştırıyor. En başından beri, erkeğin kadın karşısındaki zaafiyeti konusunda uyarılarda(1) bulunan dinsel öğretiler de, kendilerini yetkili addeden aracılar sınıfının dilinde keyfiyetle yorumlanıp dönüştürülerek, kadının zayıf, aciz ve değersiz yaratık olduğu teziyle yangını körüklüyor. Çalışan, besleyen, doyuran, savaşan, koruyan, tohumlarını saçarak üremeyi yani yaşamın devamlılığını sağlayan erkek, doymak bilmez açlığını gidermek üzere istediğini alma hakkına sahip oluyor. Sormasına, izin istemesine gerek kalmadan. Herhangi bir kimsenin, bir başkasının taşınabilir malını (bedenini, ruhunu), mal sahibinin (kadının) rızası olmaksızın kendisine ya da bir başkasına yarar sağlamak (cinsel tatmin) maksadıyla bulunduğu yerden alması yani hırsızlık, yaratılışın erkeğe tanıdığı doğal bir hak olarak nesilden nesile aktarılıyor. Hal böyle olunca, ortaya çıkan vahşet tablolarının sorumlusu aranıyor; yanlış anlaşılmanın başlangıç noktasına dönülüyor; kutsal kitaplar didikleniyor ve her hâlükârda parmaklar kadını işaret ediyor.

Bu kurguda aksayan, atlanan, göz ardı edilen en önemli nokta ise, bu aciz ve değersiz varlıkların iffetlerini koruma zorunluluğu, yani erkeğin irade ve özdenetim dışı oburluğunu kontrol altında tutma yükümlülüğü. Cinselliğiyle güdümlü erkek, deyim yerindeyse fitil elinde gezerken, kadın bu fitili ateşleyecek her türlü uyarıcı hareketten kaçınmak zorunda. Bedenen ve ruhen erkeğin dikkatini çekecek şekilde tasarlanmış olan kadının, sadece kıyafet ve tavırları değil, cildinin rengi, saçı, kokusu ve hatta ayakkabısının çıkardığı ses bile erkeği tahrik ederken, namuslu yani hırpalanmadan sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürebilmesi için sahip olduğu tüm cazibe unsurlarını görüş alanından uzak tutması; saklanması gerekiyor. Çünkü özene bezene yaratılan, bedensel güç ve yalın bir zihinle donatılan, yaşamın devamlılığını sağlayan erkek, bir kaburga parçasına yenik düşüyor.

İşte tam olarak da bu nedenle, gündemde deprem etkisi yaratan “Dekolte giyene tecavüz sürpriz olmaz!“ yorumu da sürpriz değil. Çünkü açık ve seçik olarak ifade edildiği üzere, erkek cinsi, kadın gördü mü dayanamaz; nefsine hakim olmaktan acizdir ve yaratılıştan gelen bu tasarım hatası nedeniyle yaptıklarından dolayı suçlu bulunamaz. Bir nevi dinsel 46 raporu yani(2).

***

Hemen her gün gündemde “şok” etkisi yaratan tecavüz, taciz, namus cinayeti haberlerine bakıyor; “yozlaşan” hristiyanlar karşısında “gururla” müslüman kadının vecibelerini sayıp döken din tacirlerinin fetvalarını dinliyor ve yiyecek çaldıkları için hapis yatan çocukları düşünüyorum. Ailelerinin maddi durumu yetersiz olduğu için okuyamayan, karınlarını doyuramayan, çalışacak iş bulamayan, iş bulsa bile kazandığı parayı olduğu gibi ailesine teslim etmek zorunda kalan, aç ve cahil çocukları.

Kanun, zorla aldıkları için onları affetmedi ve “hayır”, dedi; “vitrinden size ne kadar göz kırpsa da, ne kadar güzel, nefis, leziz görünse de, açlıktan guruldayan midelerinizi ne kadar ‘tahrik’ etse de, size ait olmayan şeyi, sahibinin haberi ve rızası olmadan almaya hakkınız yok. Bu yaptığınız, bir haksızlık, dolayısıyla da bir suçtur.”(3). Karar çok kısa bir sürede, tartışmasız bir şekilde verildi; ceza kesildi; suçu işleyen çocuklar, yaptıkları hatadan ders almaları için parmaklıklar ardına gönderilerek toplumdan dışlandı.

Oysa, dehşetle yumulmuş gözlerden akan yaşlara, yalvaran ağızlardan dökülen feryatlara aldırmadan o çocuğa, o genç kıza, o kadına tecavüz eden; onların bedenlerini, ruhlarını, yaşamlarını çalan adamlar, hani neredeyse yaptıkları caizmişçesine serbest bırakıldılar. Sebebiyet vermekten hüküm giyip utanç parmaklıkları arasına hapsedilerek toplumdan dışlananlarsa kurbanları oldu.

Acaba hapis yatan o çocuklar, ne koşulda olursa olsun, sahibinin rızası olmadan herhangi bir şeyi almalarının yanlış, kötü ve çok zarar veren bir davranış olduğunu anlamışlar mıdır? Yoksa, onların da benim gibi, neyin sorgusuz sualsiz alınıp, neyin katiyen alınamayacağı; kanunların ve toplumun neye göz yumup, neye kesinlikle hoşgörü göstermeyeceği konusunda kafaları karışmış mıdır?

Görünen o ki, bu toplumda kadın olarak yaşarken, ne giymiş olursak olalım, sokağa çıktığımız, insanların arasına karıştığımız, birileriyle selamlaştığımız ya da sohbet ettiğimiz, yiyip içtiğimiz müddetçe kurban olma riskini göze almamız gerekecek.



(1) Tevrat, İncil ve Kur’an’da, kadının kapanması, başını örtmesi, kendini erkekten sakınması gibi hususlarda detaylı açıklamalarla desteklenen hükümler bulunuyor.

(2) TCK’mızın 46. maddesine tabi olunduğunu gösteren resmi rapor. (Fiili işlediği zaman şuurunun veya harekatının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl hastalığına düçar olan kimseye ceza verilemez.)

(3) TCK’mızın 141. maddesine göre hırsızlık, Malvarlığına Karşı Suçlar başlığı altında, “Herhangi bir kimsenin, bir başkasının taşınabilir malını, mal sahibinin rızası olmaksızın kendisine ya da bir başkasına yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden almasıdır.” şeklinde tanımlanıyor. En yalın haliyle 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Tecavüz ise, 102-105. maddelerde(4), Cinsel Dokunulmazlığa Karşı İşlenen Suçlar başlığı altında, “Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığının ihlâl edilmesi” olarak tarif ediliyor. 2 ila 7 yıl arasında değişen hapis cezası öngörülüyor. Eylemin kim tarafından, kime, ne şartlar altında yapıldığına göre de ceza süresi çeşitlendiriliyor ve elbette mağdurun şikayetçi olması, fiilin ıspatlanması gerekiyor.

(4).Yürürlükten kalkmış olan TCK; kadının vücut bütünlüğüne yönelik tecavüz ve taciz gibi cinsel şiddet içeren suçları, birey - insan olarak kadına yöneltilmiş eylemler olarak değerlendirmiyordu. Cinsel şiddet içeren suçların, öncelikle, toplumun, genel ahlak ve adabını rencide ettiğini kabul ediyordu. Bu nedenle de bu tür suçları, ‘Topluma Karşı Suçlar’ başlığı altında ele alıyordu. Yeni TCK, bu yaklaşımı reddederek, cinsel suçlarda korunması gereken değerin, toplumsal ahlak, gelenek ve göreneklerden önce, öncelikle bir insan olarak kadının kendisi ve onun vücut bütünlüğü olduğunu kabul etmiştir. Bu nedenle anılan suçlar, Yeni TCK’de ‘Kişilere Karşı Suçlar’ ana başlığı altına alınmış bulunuyor. Bu suç grubu, yasada, “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” alt başlığı ile yer alıyor. (TCK:102-105)

HÜR'ce

22 Kasım 2010 Pazartesi

Takıntı

Trafik yoğun; İstanbul’da sıradan bir kış sabahı yani. Trafik ışıkları kendine kendine yeşili ve kırmızıyı sayarken, kimse cengaverlik edip yağmura çıkmıyor. Kutu kadar minibüsün içinde, yaklaşık 20 kişi, kuzu kuzu bekleşiyoruz.

Cam kenarında oturuyor olmaktan memnun, soba önü kedisi gibi kısık gözlerimle etrafı izliyorum. Trafik ışıkları yayalara durmasını söylüyor. Bakışlarım sayaca yapıştı kaldı. 60... 59... 58... Yanımda oturan iki kadının konuşmalarına dalıyorum. Ev sahibinin garipliğini anlatıyor. (Kiminki normal ki?) 43... 42... 41... Ama bu kadınınki gerçekten incelemeye değer bir vaka gibi duruyor. Adam her sabah evden çıkarken kapısını kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyor, tekrar kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyormuş. Adamın bunu kaç kere yaptığını saymaya tahammül eden olmamış ki, elde veri yok. İşin kötü yanı aynı şeyi apartmandan çıkarken de yapıyormuş. Bu yüzden tüm apartman ahalisi, onunla karşılaşmamak için evden çıkış saatini ona göre ayarlamış. Adamın gariplikleri bununla da sınırlı değilmiş. 22... 21... 20... Yaz-kış eldiven takıyor; yerdeki çizgi, yarık, pütürük ne varsa, onlara basmamak için hoplaya zıplaya yürüyormuş. 0... 1... 2... “Gördüğümde tüylerim diken diken oluyor valla.” diye bitiriyor evsahibi Garabet Bey ile ilgili hikâyesini. Yanındaki kadın ise daha merhametli çıkıyor ve “Ay yazık beee” diyerek konunun üstüne merhem sürüyor.

Minibüs yoğun trafikte ayak ayak ilerlemeye çalışırken vicdanım onun mırıldayan sesine kulak kabartıyor. Kendime bir göz atıyorum. Sabah kapıyı çekip çıktıktan sonrası umurumda değil. Anahtarım, cüzdanım, kimliğim, sağlık sigortası kartım, sağlık bilgilerimin, doktorlarımın ve acil durumlarda aranacakların yazılı olduğu acil durum kartım, telefonum, şarj aletim, kapıcının, temizlikçinin, bakkalın, sucunun, elektrikçinin, tesisatçının, çilingirin, veterinerin telefon numaraları, ıslak ve kuru mendillerim, antibakteriyel jellerim, yara bantlarım, törpüm, mini dikiş setim, el kremim, rujum, ihtiyaten taşıdığım ve içinde ağrı kesici, göz damlası, vitamin, ped bulunan mini ilaç çantam, kitabım, defterim, kalemim, usb belleklerim her daim yanımda nasılsa. Onlar olmadan adım atmam hiçbir yere.

Yok yok... Düşünüyorum da, şükrediyorum halime. Aklım tamamiyle başımda, sağlığım mükemmelen yerinde, elim ayağım tutuyor, işim gücüm var. En önemlisi, elimi kolumu bağlayan takıntılarım yok. 16... 17... 18... A, valla çok şükür. Sağlığım yerinde, elim ayağım tutuyor, aklım başımda, en önemlisi, takıntılarım yok. 19... 20... 21...

Hürrem Görgün
Esprimax Dergisi, Kasım 2010
Histolojik Terennüm

21 Kasım 2010 Pazar

Kirâmen Kâtibîn

Soldaki hafaza sağdakine göz kırpıyor. Sağdaki ona omuz silkiyor. İkisinin de tüm dikkati bende. Yazılacak ya haneme, kalem hazır bekliyor kağıt üstünde. Zihnime kim bilir kimlerce mıhlanmış olan “kime göre-neye göre doğru”ya ulaşma çabasıyla cebelleşiyorum. İçimdeki birbirine saldıran duygular arasında çiçeği burnunda hakim gibi soğuk terler döküyorum. Ne yana baksam, kendince haklı çığlıklar duyuyorum. Kalemi kırasım var ama ne mümkün. Omuzlarımda bir ağırlık, umutsuzca şimşek çakmasını bekliyorum.

Dün, kurumuş yapraklar gibi, onu savuracak rüzgârı bekleyerek salınıyor hafızamın dallarında. Tam, düştü, kurtuldum diyecekken bakıyorum, çıkmadık canın umuduyla yapışıveriyor olduğu yere. Bugün, panayır yeri gibi, uyumsuzca rengârenk, baş döndürecek kadar karmançorman. Yarın, iğne deliğinden süzülmeye çalışan bir ışık huzmesinde alay ediyor benimle; belirsizliğin karanlık koridorlarında, göz gözü görmüyor. İçimdeki sesler susmuyor. Kalemin sabırsız tıkırtısı tedirginlik yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Seçenekler önümde iğne oyası gibi kendine binlerce ilmekte yol açarak yürüyor; benim tek bir adıma cesaretim yok.

Cana geleceğine mala gelsin, denir sonra da mal canın yongasıdır diyerek tükürülen o dev lokma büyük bir yüzsüzlükle yalanıp yutulur. Her seçim bir vazgeçişken, öldürülen körler cenazede badem gözlü oluverir. Hafazalar yetmezmiş gibi bir de “yaptıklarınızın sorumluluğu” Demokles’in kılıcı gibi tepenize yerleşir; beliniz biraz daha bükülür. Madem hiçbir şey tesadüf değil, madem yürüyeceğim yol çizilmiş önceden, neden boza tenceresi inmiyor ensemden?

Şimdi ruhum gibi kafam da karmakarışık. Biraz çocuk, umarsız ve şımarık. Biraz kadın, olgun ve yorgun. Biraz kedi, uyuşuk ve sırnaşık. Biraz kaplan, yaralı ve kavgacı. Hayat böyle fıtık ediyor insanı.

Soldaki hafaza niyetimin farkında; sağdaki duraksayışımın. Soldaki yazdı yazacak gidişimi; sağdaki biliyor kör sadakatimi. Sırra kadem basmak istiyorum; ne iş ne güç umurumda. Ne vatanım var, ne kökümü kucaklayan ocağım. Ne sevdiğim kaldı, ne saydığım. Ne attığım temeller duruyor, ne ellerimle taşlarını dizdiğim binalarım. Tarumar edildi tüm inandıklarım. Beyhude yakalamışım saçlarını baharın. Gülüyorum kendime, yıkılmadım ayaktayım.

Yazın hafazalarım, işte size kararım: Azli vaciptir davalının. Kimse sordu mu bugüne kadar nasıl yaşadım, neye açtım, hangi vaatlere kandım; bundan böyle ben de gözüme gönlüme göre yaşayacağım. Yazın siz, kendi bildiğiniz gibi yazın. Koyun terazinize, her bir nefesimi tartın. İster tembel deyin, ister cevval; ister hain, ister isyankar; ister arsız, ister bahtsız... Ne farkeder gerçekte ne ya da kim olduğum; insanlar neyi görmek istiyorsa oyum, o kadarım. Şuncacık yolum kaldı zaten, bundan sonrasını ben ama kör, ama topal, yine tek başıma aşarım. Kim ne derse desin, ekmeğimi taştan çıkarırım, aşkımı kendim yaratırım, gemileri yakar yenilerini yaparım. A, yettiniz artık, sizinle mi uğraşacağım!

HÜR’ce

20 Ağustos 2010 Cuma

Mini-malist yaklaşım...

- Ne yani, mini etek giymeyelim mi?

20’li yaşların ateşli “her şeyle savaşırım”cılığını 30’ların “dur bir anlayalım meseleyi” olgunluğuna bağlamak üzere olan arkadaşım, masanın üzerinden atlamaya hazırlanırcasına eğildi. Tepesi atmış arkadaşımın gazını alacak bir cümle kurmaya çalışırken yemekleri getiren garsona minnetle bakıyorum. Memnuniyetim kısa ömürlü zira arkadaşım pes etmeye niyetli değil. Mini eteğe sıkıca yapışmış, üstüme geliyor. Yaklaşık bir saattir şikayetlerini dinliyorum oysa. Toplantıya gitmiş, adam sürekli bacaklarını “dikizlemiş”. Normalde işi satarmış ama onuruna dokunmuş...
Eh, benden günah gitti!

- Bana söyler misin, bir kadın niye mini etek giyer?
- Güzel göründüğü için.
- Peki güzel görünmek için mini etek giyip, güzel bulunmaktan niye şikayet eder?
- Peki erkekler niye güzel kadına yiyecek gibi bakar?
- Peki erkeklerin yiyecek gibi baktıklarını bile bile miniler giyinip niye bundan yakınılır?
- Peki sen neden mini eteğe karşısın?
- Ben mini eteğe karşı değilim...
- Giymediğine ve bu kadar eleştirdiğine göre karşısın.
- Giymeyi tercih etmiyorum çünkü külodumun içine arı kaçmış gibi sürekli kıpır kıpır duruşumu, oturuşumu kontrol etmekten hoşlanmıyorum. Oram göründü mü? Buram açıldı mı? Yan oturursam ne anlam çıkarırlar, düz oturursam ne mesaj vermiş olurum gibi saçmalıklarla ne zihnimi yormak istiyorum, ne kendimi kasmak. Benimkisi tembellik yani.
- Giyenlerle derdin ne?
- Giyenlerle değil, giyip şikayet edenlerle derdim var.
- ...
- Bak şekerim, eğri oturalım, doğru konuşalım. Mini eteğe karşı değilim. Taş gibi vücudun varsa, yani günümüz moda sektörünün pompaladığı üzere selülitsiz uzun bacakların, düz bir karnın, dik göğüslerin varsa ve kendine yakıştırıyorsan, kendini iyi hissediyorsan istediğini giy, bana ne? Ama kimse bana aksini iddia etmesin; o bakışların anlamını bütün kadınlar bilir. Göz göze gelene kadar baştan aşağı süzülmeyi sabırla beklersin. Ya iş başvurusuna gitmişsindir, ya iş satmaya. Tek amacın ya kendini tanıtmaktır, ya firmanı, ya çalışmalarını... Hiç farketmez. Tecrüben, yaptığın işin kalitesi, yeteneklerin fiziğinin fersahlarca gerisinden gelir. Oturduğu yerle düşünen ve o doğrultuda davranan erkeklerin hükmettiği bir toplumda yaşıyorsun. Güzelliğinin, hatta bazılarının dediği gibi “servetinin” farkındasın ve sergilemekten kaçınmıyorsun. Sonra da uzaydan gelmişçesine şaşkın ve bezgin bir ifadeyle “erkekler!” diye söyleniyorsun. İşte bunu anlamıyorum. Yolda yürürken omuz atarlar; yanından geçerken türkü çığırırlar; erkekliklerini sergilemek adına ne biliyorsa kaçınmazlar. Şimdi şikayetin anlamı ne, onu bana anlat.
- Bu haksızlık, biliyorsun değil mi?
Tahmin edeceğiniz üzere konuşma hiçbir yere varmadı. Çalışan eril dünyaya bir homurtu daha katıldı o kadar.

Elbette haksızlık. Ortaokulda sınıfından bir erkek arkadaşıyla konuştu diye bir babanın kızını okuldan alması haksızlık. Bir kadının, doktor karısı çalışır mıymış, diyen kocası yüzünden spikerlikten vazgeçmesi haksızlık. “Öyle tahrik edici görünüyorsun ki, şu gömleğini yırtmak geliyor içimden” diye gevrek gevrek sırıtan patronunun suratına tokadı yapıştıramamak haksızlık. Aylarca üzerinde çalıştığı projeyi sunması için kendisine akşam yemeğine randevu verilen kızın işi iptal etmek zorunda kalması haksızlık. O kadar çok haksızlık var ki... Saymakla bitmiyor.

Sorun da bu zaten. Kadınlar haksızlık diyor, yaşamaya devam ediyor. Ve ben bir kadın olarak kendi cinsimi suçluyorum: Bu haksızlığı yaratan kadınların ta kendisi! Suçladığımız, kızdığımız, korktuğumuz tüm o erkekler kadınların eseri. Listeye bir göz atalım isterseniz:
Kocasının soyadını devam ettirmek için oğlan doğurunca başı göğe eren kadınlar. Oğluna kıyamayıp evde tüm işleri kızına yaptıran kadınlar.
Rahat, paralı ve huzurlu bir yaşam adına, anlamını, felsefesini, “sebebini” umursamadan, daracık kot pantalon üzerine türban takmayı kabul eden kadınlar.
Kendi kaynanasından çektiklerinin üzerine helalinden bin misli koyup “elin kızına” zevkle eziyet eden kadınlar.
Kısa boyluysa uzunlara, şişmansa zayıflara, esmerse sarışınlara, bekârsa evlilere, okumamışsa eğitimlilere, işsizse çalışanlara, tembelse çalışkanlara çemkiren kadınlar.
Doğdukları için sevinilmemiş, dolayısıyla da sevilmemiş, takdir edilmemiş, desteklenmemiş, bastırılmış, örtülmüş, gizlenmiş, sinmiş kadınlar.
Şikayet ettikleri eril dünyanın kurallarını yıkmak yerine, ortamı kabullenip kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan kadınlar.
“Kısa”sa kısa yapmadan, sırlara, yalanlara, entrikalara bulanmış kadınlar...

Şimdi söyler misiniz bana, kadınlar neden şikayet ediyorlar?

Hür'ce

Suskunluk

Önce birileriyle konuşmak istedim. Kana kana anlatmak; her şeyi, her düşündüğümü, her hissettiğimi... Telefon rehberimde gezindim. Anılarıma bakındım. Sonra istemediğimi farkettim. Konuşacak bir şey yoktu aslında. Sıradan bir hikayeydi benimkisi. Her gün milyonlarca insanın yaşadığından farklı hiçbir yanı yoktu. Hatta birçoklarına göre şanslı bile sayılabilirdim. Anlatacak bir şeyim olmadığını gördüm. Sustum.

Hangisi beni daha çok üzdü bilemiyorum; yalnızlık duygusu mu, yaşananların sıradanlığı mı? Sanırım ikincisi canımı daha çok acıttı. Özel olma arzusunun, haklı bulunma ihtiyacının bu denli baskın çıkması, onur kırıcı geldi. Kirlenmiş hissettim kendimi. Sustum.

Kılcal damarlar gibi hayatın yolu. Ne yöne sapsan karşına seçenekler çıkıyor. Tanrının adaleti bu olsa gerek; seçeneklerin her birinde kazanımların da var, kayıpların da. Muhasebesini iyi yapmak gerekiyor. Öngörülü, iyi bir yatırımcı olmak, doğru yolu seçebilmek lazım. Hangi yola oynarsan, kazanacaklarını ve kaybedeceklerini iyi hesap etmeli, ruhsal bütçeni iyi hazırlamalısın.

Bunu yapıp yapamadığımdan emin değilim. İnanıyorum ki, kesinlikle doğru istikameti seçtiğimi bilsem kayıpları asla umursamazdım. Bu beni kötü mü yapar bilemiyorum, ama akıllı kılacağı kesin. Ve ben kendimi aptal, şaşkın ve sarsak hissediyorum. Bu yüzden sustum.

İnsan kaybedeceğime para kaybederim, diyen şövalyeler var; kurtlar sofrasının baş köşesi onların. Günlük hayatın kaymağından bıkıp Ferrari’sini satanlar var; adı bilgeye çıktı. Kapılar açılıyor "zamanın ruhu"nu yakalamak isteyenlere; geçitlerin başını tutanlar faniden yükünü almışlar da toprağa bakarken açılmış zihinleri.

Peki ben, neleri kaybetmeyi göze aldım? Hırslarım olmuş muydu, yoksa kimselerle yarışmayacak kadar tembel miydim? Armut ağacını aç gözlerle izlenlenlerden miydim; toprağı eşeleyerek kendine can katanlardan mı? İnsan kırk yaşında, ne kime ve neye göre doğru diye soruyorsa, aklından şüphe etmek gerekir. Çünkü çocuksu inatla “niye” diye sorarken sapağı kaçırmıştır. Ve belki de aklını...

Belki de doğru soru, kaybedecek neyim olduğudur. Kişiliğimin kataloğuna bakıyorum: Meraklıyım. Öğrenmeye hevesli, bilgiye açım. Yeni şeyler denemek, yeni insanlar tanımak, farklı dünyalarda, farklı hayatlarda gezinmekten keyif alan bir ruhoburum. Beş parmağın beşi de ayrı deyip, farklı hikayelere burnumu sokmadan duramıyorum. İnsanı bulmuşum.

Huysuzluklarıma, açlığıma, merakıma, çocuksuluğuma, çalkantılarıma, şahlanışlarıma, köşeme çekilişlerime, kendime ettiğim eziyetleri izlemek zorunda kalmasına rağmen beni inatla sevmeye devam eden; bana güvenen, gözümün içine bakan, beni yitirmekten korkan bir hayat arkadaşım var. Beni dürüst, düşünceli, ilkeli, sevgi dolu, şefkatli, vefalı bulan tanıdıklarım var. Bana danışanlar, beni özleyenler, benim için kaygılananlar, bana güvenenler, yokluğumu hissedenler var. Kimileri eğlenceli diyor; kimileri neşeli. Bazısı deli diyor; bazısı da coşkulu. Ayakları yere sağlam basar diye anlatanlar var; aklı bir karış havada diye söylenenler de. Üç tane dört ayaklım var ki, onlar zaten sadakatleriyle başlı başına ayrı hikaye. Her girenin, yaşanmışlık ve huzur kokuyor dediği yuvamı unutmayalım. Yeküne bakınca, demek ki, sevgiyi ve saygıyı bulmuşum.

Beynimin aksine, her şeyiyle normal işleyen, ona ettiğim türlü zulme karşılık kendinden çok büyük ödünler vermeyen, beni sıkı sıkıya hayata bağlayan, ne kadar zorlasam da direnen bir bedenim var. Hangi tahlili yaparsan yap, “normal” değerler arasındayım. Yüzümde lekeler, gözümde dökülen kirpikler, cildimde çıbanlarla bana haykırıyor ama süründürmeyecek kadar nazik. Belki bedelini ağır ödeyeceğim ama en azından şimdilik, sağlığı bulmuşum.

Hınzır bir zihnim var. Bence her şeyin komik bir yanı mevcut. Elimde değil, karikatür benim için yaşam ve insanın halleri. Gülmeden edemiyorum. Gülmeyi de güldürmeyi de seviyorum. Karşımda kahkaha attırdığım biri varsa, değmeyin keyfime. Neşeyi bulmuşum.

Adalet duygum var. Ben tokken yanımdakinin açlığıyla dağlanan yüreğim; eziyete haykıran sesim, eşitsizliği ve mantıksızlığı kınayan kalemim, kendi yapamayacaklarımı başkasından beklemeyen sağduyumla “Hak”kı bulmuşum.

Eksiklerime bakıyorum: Başarı ve para çıkıyor karşıma.

Okulda iyiydim. Çalışır, notumu alır, sınıfımı geçerdim. Takdir falan almışlığım var. Hele üniversitede, bana “zengin piçi” diyen hikayemden bihaber hocama inat, atıldığım bölüme tekrar girip başarıyla mezun olmuşluğum söz konusu.

İşimde ise takdir aldım ama “bir yere” gelemedim. Belki o “bir yerin” neresi olduğunu çözemediğimdendir. İşimi sevdim. İş arkadaşlarımı sevdim. Müşterileri sevdim. Talepleri sevdim. İmkansızı sevdim. Dar bütçeleri sevdim. Yaratmayı ve onun sancısını sevdim. Zorluğu sevdim. Tırmanmayı sevdim. Aşmayı sevdim. Ulaşmayı sevdim. Yenmeyi sevdim.

Hiçbiri tarafından sevilmedim.

Şimdi mecburen susuyorum.

Hür’ce 2010

1 Haziran 2010 Salı

Milliyetçi değildim bir zamanlar

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Öyleyim dersem, yalan. Kim bilir, belki de damarlarıma yeterince işlenmedi. Bir Fransızın yaptığı gibi, nereye gidersem gideyim, insanlar beni anlamak zorundaymış gibi anadilimi konuşmadım. Ya da Türkçe herkesçe anlaşılan bir dil olmak zorundaymış rahatlığıyla davranamadım. Kendi vatanımda bile canhıraş bir çabayla, İngilizce’nin beline kazma vurmak pahasına iletişim kurmaya çalıştım yabancılarla. Gün geldi, Fransızca bilmek bile ayrıcalık oldu da, Türkçe hep ayaklarımın dibinde sürünerek beni takip etti. Yurdumun bünyesinden kültür taşan necip insanı, şu konuda kaygılarım var, demek yerine “concerne”üm var demeye yatkın ya, ağzımı açıp da yahu yok mu bunun Türkçesi, demedim.

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Bayramlar kutlanır, bayrağım dolabımda ütülü, katlı durur; çıkarıp asmam. Bir tanesi balkonumun kenarındadır, o kadar. Hani şu, hapşırsan sokaklara dökülenlerden değilim. Birileri bir şeyleri kınar, insanlar sokaklara dökülür, protestolar yapılır; ben sessizliğimi korurum. Yoktur söyleyecek sözüm. Sadece şaşarım, yurdumunki dışında bayrakların salınmasına.

Demek ki, gerçekten de milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Ben, musevi, ermeni, rum, laz, roman, kürt diye ayırmadan, birlikte yaşadığım tüm komşularımla, birlikte büyüdüğüm okuldaşlarımla, birlikte mesai tükettiğim iş arkadaşlarımla dost yaşamışım; dost geçinmişim. Onların bayramları benim olmuş; benim bayramım da onların. Onların sevinci ya da hüznünü, doğumunu veya cenazesini sahiplenmişim; onlar da benimkini. Bir gün birileri çıkıp “açılım”, diyene kadar ben, kapalı olduğumuzu hiç farketmemişim.

Oysa şimdi, birileri damarıma basıyor. Bir baba, kimseyi kendime güldürmeyeceğim, oğlumu şehit verdim ama ağlamayacağım, derken benim içim acıyor. Çünkü biliyorum: Hiç tanımadığın bir insanın, kendi istekleri doğrultusunda, muhtemelen de bir hiç uğruna, senden bir can koparmasının ne kadar akıllara zarar olduğunu biliyorum; yaşadım. Biri paranı ister; biri malını, biri namusunu, biri toprağını... Ne farkeder ki? Kendinde hak görenlerin, senin rızan dışında senden söküp aldıkları her şey canını yakar.

Bir yanda PKK; bir yanda ASALA; bir diğer yanda İsrail... Gündeme bak! Peki ne yapmalı? BM tü kaka, desin; ABD kıvrılmış gazeteyi yere vurup “bad boy” diye azarlasın; Arap camiası da, fesüphanallah, diye noktalasın. Bunu mu beklemeli?

Osmanlı arşivlerine sığınabiliriz. Atatürk’ün arkasına saklanabiliriz. Eurovision’da İngilizce parçalarla derecelere girdik diye koltuklarımız kabarabilir. Ama acizliğimizden kaçamayız. Kendimizle yüzleşmemiz gerek. Kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı kabul edip, kendimizle barışmamız lazım. Yüzümüzü batıya ya da doğuya değil, geleceğe çevirip kendimiz için neler yapabiliyoruz, ona bakmamız lazım.

Ama anladım ki, ABD’ye sormak, BM’den istemek, AB’ye yılışmak, Ortadoğu’ya Fatiha okuyup üflemek daha kolay. Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünyada, iki koltuk, bir gemi uğruna doğmamış çocukları satmak daha kolay. Ağlayan anaların, susan babaların, aç ihtiyarların gözlerinin içine bakıp yalan söylemek de.

Şimdi milliyetçiyim. Kendi halkımı düşündüğüm için. Komşumun çocuğunun geleceği beni kaygılandırdığı için. Şehitlerimin ağıtları kulaklarımda çınladığı için. Çocukluk arkadaşımın dini yüzünden yargılanmasına seyirci kalamadığım için. Atatürk’ün arkasına saklanamadığım için. Bayrağıma sırt çeviremediğim için. Artık milliyetçiyim. ÖNCE VATAN diyorum. Türkçe, diyorum. Türkiye, diyorum. Cumhuriyet, diyorum. Benim toprağım, benim insanım, benim evladım, diyorum.

Ben bir zamanlar milliyetçi değildim. Kimin nereden geldiği, dili, dini, ırkı umurumda olmazdı. Türküm, Anadoluluyum, derdim. Bıçak kemiğe dayandı ve gururla Türküm diyen herkes, burası benim vatanım diyenler, hepsi dostum. Birlikteliğimizi yıkmak isteyenlerse... Anlayacağınız, hizmet ettiklerinizin dilinden konuşayım: If there’s a fight, then I’ll be there!
Hür'ce!

15 Şubat 2010 Pazartesi

Mucize

- Anne bunun içinde bir şey kıpırdıyor.
- Ne? Nasıl? Ne kıpırdıyor? Dur bakayım...
- Anne bu ne?
Nehir, kimden aldığını bilemediğim kızıl lülelerinin altından ışıldayan gri gözlerini kocaman açmış, korkuyla dehşet arasında gidip gelen bir ifadeyle elindeki şeftaliye bakıyordu. Irmak ise, konu onu çok fazla heyecanlandırmamış olmasına rağmen ikizlere özgü sadakatle kardeşinin yanında durmuş konuyu nasıl çözeceğimi merak eder bakışlarını bana yöneltmişti. Nehir’in elindeki şeftalide bir kurt, rahatının bozulmasından şikayetçi bir tavırla kıvranmaktaydı.
- Mucize tatlım.
- Mucize mi? O ne?
Nereden bilsin çocuk? Hormonların hakim olduğu bir dünyaya geldi. Kurtlu meyve mi kaldı ki... Her yerde organik çığırtkanları kol gezerken; yıllardır en korktuğum şey olduğu için tek bir meyvede bile kurda rastlamamamış olmanın tekno mutluluğunu yaşarken, evimin mutfağına düşen bu doğal piyangoyu nasıl açıklayabilirim ki?
Anneliğimin beşinci yılında, tüm insanlığın tarihçesini özetleyerek çocuklarıma dünyanın akibetini anlatmam için beni zorlayan kurt, utanmadan şikayet halinde şeftalinin çekirdeğini tavaf etme halinde. İçimden yükselen tiksinti duygusuyla başa çıkmaya çalışarak şeftaliyi kızımın minik ellerinden alıp tabağın içine koyuyorum. Bundan otuz yıl önce kurtlu meyveleri çığlıklar eşliğinde çöpe fırlatmaya alışmış bünyemi dizginleyerek ikizlerime bu farklı organizmayı anlatmak zorunda kalışıma isyan etmekteyim. Besin zinciri, insanlık tarihi, nüfus artışı, besin ihtiyacı, hızlı büyüme hormonları, genetiği değiştirilmiş besinler ve çocuklarım arasında bir köprü kurmakla yükümlüyüm.
Bana göre ebeveynliğin en zorlu yanı, bölünen gece uykularından ziyade aklı selim açıklamalar yaparak körpecik zihinleri şekillendirmeden yönlendirebilmek. Şekillendirmeden diyorum çünkü benim küçük kopyalarım olmalarını istemiyorum. Benim ne istediğimin hiçbir önemi yok şu anda. Hızlıca düşünüp meraklı gözleri doyuracak tatminkar yanıtı bulmam gerek. Irmak uzayıp giden sessizlikten sıkılıyor.
- O bir kurt.
- Hayır, kurtlar böyle olmaz. Onların ayakları var.
- Hayır aptal, öyle değil.
- Kardeşinle konuşmalarına dikkat et lütfen.
- Anlamıyor anne.
Zaman kazanmaktan son derece memnunum.
- Farklı bir şekilde anlatmayı dene o zaman. Karşındaki seni anlamamışsa, belki sorun sendedir, sen anlatamamış olabilir misin?
Irmak, benim sabırsız ve pratik yanım, küçük burnunu kırıştırarak hoşnutsuzluğunu ortaya koyuyor. Küçük ciğerlerine derin bir nefes çekiyor ve lütfunu takdir etmemizi bekleyen bir edayla bizi süzüyor.
- O da bir hayvan ama kemikleri yok.
- Niye kemikleri yok?
- Senin niye kanatların yok?
- Niye şeftalimin içinde?
- Yiyor.
- Neden benim şeftalimi yiyor?
- Çünkü senden önce görmüş.
Buyrun işte, huzurlarınızda “Kısayol” Irmak. Kendisi anladığı anda olay bitmiştir. Gerisi sadece zaman ve enerji kaybı. Ama “Sağlamcı” Nehir kolay tatmin olmuş değil. Ona her konuyu toz ve gaz bulutundan başlayıp, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatmak gerekiyor. Çocuğun yapısı bu; anlamadan, aklına yatmadan, mantık çizgisini kurmadan hiçbir yanıtı kabul etmiyor. İkisinin konuşmalarından çıkarılacak ders çok zira bu iki minyatür insan, homosapiens türünün en temel özelliklerini barındırdıkları zihinleriyle nereden gelip nereye gittiğimizin en yalın gösterisini sergiliyorlar. Biri doğayla uyum içinde yaşamaya programlı, genlerinde evrenin sırları kazılı yanımızı temsil ederken; diğeri önüne geçilmez ilerleyişimizden sorumlu meraklı, araştırmacı yanımızı simgeliyor. Biri, DNA arşivindeki bilgilere ulaşmanın yolunu bulmuş, sorgulamaya ihtiyaç duymayan; diğeri ise kulaklarını dış dünyaya açmış, gördüklerinden yetinmeyen, sürekli arayan, anlamaya, “dahasına” ulaşmaya çalışan. Bense, tam arada kalmış, günlük hayatın akıntısında kulaç atan “yetişkin”.
Birçok ebeveyne sorsanız, çocuklarını ne kadar çok sevdiklerinden, özellikle konuşmaya, yani iletişim kurmaya başladıkları andan itibaren bu sevginin ne kadar büyüdüğünden falan söz ederler. Benim içinse çocuklarım gerçek bir hayat ve insanlık dersi. Unuttuklarım, sildiklerim, gözden kaçırdıklarım, görmezden geldiklerimle hayatın her ayrıntısını gözüme sokan küçük piyadeler. Çocukları hep üzerine kayıt yapılacak boş plaklar olarak görürüz; kendimizce en doğru şarkıları kazımaya çalışırız korumacı ve planlamacı içgüdü iğnemizle. Hayatın her alanında “başarılı” olmalarıdır tek hedefimiz. Öğreticiyizdir, koruyucuyuzdur, şekillendiriciyizdir. Nitekim onlar bizim eserlerimizdir. Toprağa attığımız, suladığımız, dibini çapaladığımız, zararlılardan korumak için ilaçladığımız tohumlardır. Kavurucu sıcaklardan, dondurucu soğuklardan sakındığımız, gözümüz gibi baktığımız fidelerimizdir. Büyüdüklerinde ise, emeğimizin meyvelerini toplamak isteriz. İyi bir kariyer, lüks hayatlar, itibar, şan şöhret, bizim ele geçiremediğimiz tepelere dikilmiş tüm o bayraklar bizzat bizim övünç kaynağımızdır. Çocuklarımızın fethettiği her bir tepede, hayat karşısında uğradığımız her bir yenilginin intikamını alırız. Hep içimize attıklarımızın hayakırıklığı yüklü birikintilerini temizleyen çöpçülermiş gibi, beklentiler holdinge yönetici atarız onları. Çünkü çocuklarımıza baktığımızda, mükliyeti bize ait kopyalarımızı görürüz. Gerçek hayatla yüzleşemeyen benliklerimizin, özlemlerimizin, hırslarımızın, zayıflıklarımıza, acizlerimize, kayıplarımıza savaş açan uzaktan kumandalı dublörleridir onlar. Beklenti holdinge yaptığımız yatırımların her bir getirisi, içsel zaferimizdir. Koltuklarımız kabarır, omuzlarımız dikleşir, “iyi çocuk yetiştirmiş” olmanın haklı gururunu yaşar, topluma bir cevher hediye etmenin cakasıyla tatmin olmaya çalışırız. Ebeveynliği asla emekli olamayacağımız bir iş olarak kanıksadığımızdan, denetmenlik, gözetmenlik, vasilik hizmetlerimizin karşılığını haftalık ziyaretler, torunlar, ev ve doktor masrafının üstlenilmesi olarak faturalandırırız.
Nezaketen biz zamiriyle diye kurguladığım bu tablodan bucak bucak kaçtığım için, kurt krizine el atmam kaçınılmaz. Ne kadar sürerse sürsün, ne kadar zor olursa olsun, ne kadar baştan başlamam gerekirse gereksin, ne kadar ayrıntıya girmem gerekirse gereksin, onlara uzun uzadıya mucizeyi anlatacağım. Çünkü onlar bana ait değiller. Çünkü ben onların var oluşlarına elçilik edenim. Çünkü onlar, doğanın bana emanetleri. Onlara eşlik edecek, geldikleri dünyayı izlemelerine, anlamalarına aracılık edecek, günü geldiğinde yollarından çekileceğim. Ve onlar, isimleri gibi akıp gidecekler. Bazen dar bir boğazda sıkışacaklar; bentleri aşmak zorunda kalacaklar. Bazen zirveleri zorlayacak, bazen güneşten mahrum kalacak, yer altına hapsolacaklar; binbir emekle kayaları oyup kendilerine yol açacaklar. Bazen rüzgarla uçacak, bazen taşıdıklarının ağırlığına dayanamayıp yağmur olup toprağı sulayacaklar. Bazen kirlenecek, kendilerini arındırmanın yolunu bulacaklar. Bazen küçük bir gölette paşalık edecek, bazen okyanusta kaybolacaklar. Üreyecek, doğuracak, kollara ayrılacaklar. İsimler değişecek, mekanlar değişecek, nitelikler, nicelikler değişecek ama hep yollarına devam edecek, hep akacaklar. Çünkü hayat böyle bir şey.
Mutfakta ağır bir hava hakim. Nehir ve Irmak, kendi aralarında tartışmaktan vazgeçmiş, kendi düşüncelerime daldığım dünyamdan çıkıp aralarına dönmemi bekliyor sabırsızca. Masanın başında toplaşmış duruyoruz. Üç memeli, bir omurgasız; vakti geldi, hayatı konuşacağız.

HÜR’ce
Şubat 2010

10 Eylül 2009 Perşembe

Kendime kendimce notlar 4

Dost dediklerimiz olmasaydi yara denen tecrubelerimiz olur muydu hic?! Bana yalan söyleyen, arkamdan bıçaklayan tüm dostlarima minnettarim.

Kendime kendimce notlar 3

Bazı insanlar şömine ateşi gibidir; yüzünü ısıtır, sırtın buz gibidir.

Kendime kendimce notlar 2

Ne yazıktır ki, cahiller bilgisizlikleriyle savasmak yerine bilgiyle ve ona sahip olanla alay etmeyi seçiyorlar. Oysa, bilmiyorum demek, öğrenmeye çalısmak alay etmek için kıvranıp kendini küçük düşürmekten daha kolay...

Kendime kendimce notlar 1

İki ayak üstünde durup yürümeleri, konuşma yetisine sahip olmaları ve hatta okuma-yazma bilmeleri, bazılarını "insan" olarak tanımlamak için yeterli değildir.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sevgiyi affedebilsek...

Ne büyük cefadır kin yüklü yılları sırtında taşımak. Geçmişin küfesinde biriken kırgınlıklar, yaralı ve öfkeli ruhların çökük omuzlarında taşınır aylardan yıllara. Elde avuçta tek kalansa, yanıtsız sorulara eşlik eden keşkelerle acabalar. O öyle demeseydi... Ben böyle yapmasaydım... Şu şöyle olmasaydı...

Her şeyin zamanı var derler ya, her zamanın da şeyleri var: İçinde yanlış anlamaların, yanlış anlatmaların, saldırgan körlüklerin, korkak sağırlıkların, bencil dilsizliklerin birbirine karıştığı bir teknesi; o şeyleri yoğuran merdanesi; önümüze yığılıveren ayrılıklar, kopuşlar, yıkılışlar, çöküşler.

Nesilden nesile aktarılabilseydi asıl tarif... Bir büyük baş duyarlılık, bir su bardağı şefkat, bir tutam hassasiyet, bir çimdik özveri koyabilseydik o tekneye, omuzlarımızda sevginin sıcacık, yumuşacık şalıyla oturmuş yaşamın tatlı pastasını atıştırıyor olurduk.

Ama heyhat, bunlar yaşanmak zorunda, değil mi? Bencil olmalı, yanlış anlamalı, çarpık değerlendirmeli, kırıcı sözler söylemeli, var olanı yıkmalı, umurumuzda değilmiş gibi arkamızı dönmeli, önemi yokmuş gibi bir kalemde silivermeli, çekip gitmeliyiz. Aç gözlü bir tüketicilikle, nasılsa yenisini alırım aymazlığıyla omuz silkmeliyiz. Kaçamadığımız pişmanlıklarımızı suçlamalara dönüştürmeli, için için çektiğimiz acıyı kendimize kamçı edinip yürümeye devam etmeliyiz. Ders almak olmalı, burnu büyük kırgınlığımızın adı. “Üstesinden gelmek” olmalı, yüreğimizin kovuğunda titreyerek saklanan özlemlerimizin bastırılmışlığının adı. Gurur olmalı, yitirilen dostlukların ardından uykuda dökülen yaşlarla yıkanan kibirin adı.

Evet, böyle olmak zorunda. Sevgisiz yaşamın anlamsızlığını kavramak için kendimizi yoksun bıraktıklarımızın yarattığı boşlukları görmeliyiz. İçimiz burulmalı. Anlık geri dönüşler yaşayıp düzeltebilmeyi dilemeliyiz. Göğsümüze yayılmalı alev alev bir üzüntü. Yılların geri dönmediğini haykıran beyaz tellerle çizgileri sayarken, geçmişi değiştiremeyeceğimiz gerçeği tekrar tekrar çarpmalı yüzümüze.

Anca bu şekilde kalan yılların kıymetini anlayabiliriz. Affetmeyi öğrenebiliriz belki; hem kendimizi, hem terk ettiklerimizi. Ve belki o zaman kendimizle ve tüm evrenle barışır, özgürlüğümüze kavuşuruz.

İşte o zaman sarılır sevgisizliğin yaraları. Tatlı bir esinti gibi okşar saçlarımızı bilge merhamet. Sıvazlar sırtımızı umudun güçlü elleri. Kanat açar ruhumuz coşkuya, ürkek adımların yerine sakin ve emin bacaklarımızın üstünde devam ederiz tekamül denen yola. Kim bilir, belki o zaman yeniden karşımıza çıkar sevgi. Yitirilenler geri dönerler; belki kendileri, belki bahar kokulu güzelim suretleri...

Affedebilirsek sevgiyi...

HÜR’ce,
08/09

29 Haziran 2009 Pazartesi

İçiyorsam sebebi var...

Yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma, demişlerdi. Nezaketten asla ödün verme, diye öğütlemişlerdi. İnsan insana her zaman muhtaçtır, diye uyarmışlardı. Sev beni seveyim seni, diye kulaklarımıza küpe takmışlardı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin kolayca feragate dönüştüğünü anladığında fren yapamayacak noktaya gelmiş oluyor. İçi hayır, diye çığlıklar atarken ağzı uysalca peki, deyiveriyor. Ortam gerilmesin, aramız bozulmasın, o üzülmesin, bu kırılmasın, aman benden olmasınlarla örülmüş bir hücrede buluyor kendini. Ayıplarlar, kızarlar, gülerler, alay ederler... Başarısız sayılmaktansa, küçük düşmektense, sevilmemektense, kabul görmemektense... Sayılı gün çabuk geçer hesabı, ne olacak susarım, biraz daha dayanırım, diyor kendi kendine... Ondan istenilenleri yapmak, olması istenilene ulaşma çabasına dönüşüyor. Aile boyunduruk, iş zorunluluk, dostluklar yalan, arkadaşlıklarla ahbaplıklar pazar yeri, dünya boş, hayat yeknesak... Günler yılları kovalıyor, gençlik ölüyor, masumiyet isyanlarda... Ve insan kimseye yakınlaşamadan kendinden uzaklaştığını farkediyor. Hayalet bedeni, silik ruhuyla sürükleniyor alışkanlık döngüsünün girdabında. Boğuluyor.


İçine attıkları dağ gibi birikip de bıçak kemiğe dayandığında ve zihninin kayışları kopmaya başladığında ve böyle gelmiş böyle giderin kamçısı sırtında şakladığında, alkolle yutmaya çalışıyor dilinin ucuna kadar gelenleri. Kendi isteklerini, arzularını, beklentilerini, öfkelerini, kırgınlıklarını alkole batırıp sözüm ona pelteleştirmeye çalışıyor. Oysa, o güne kadar kendisine öğretileni, tek bildiği şeyi yapıyor: Sahtekârlık. Oyunculuk. Rol kesmek.

Baskılarla tıkanmış boğazından aşağı dökülürken alkol ve uyuşurken katılmış beyni, gevşerken özdenetimin paslı, kalın zincirleri, biliyor ki kaçıverecek hapsolduğu o daracık hücreden ruhu. Serecek gözler önüne isteklerini, özlemlerini. Dökecek ortaya içindeki can kırıklarını. Açacak bakkal defteri gibi tıkış tıkış satırlarla dolu anılar şeceresini. Kendisinden esirgenen anlayışı, merhameti, sevgiyi, iyi niyeti soracak. Yeniden hesaplayacak verdikleriyle aldıklarını; yitenleri, gidenleri, hiçlikleri. Alacaklıyken kendisini borçlandıranlara esecek, yağacak, kavuracak, öfkesini kusacak. Hapsolduğu hücresine dönmesine dubleler kala, yakaladığı fırsatı nimet sayıp hiç tanışmadığı kendisi olmaya çalışacak beceriksizce; korkusuz, gamsız, umarsız... Normalleri, aralıkları, dereceleri boşverecek; ayıpsız, teklifsiz, sınırsız, bağımsız benlik hasretinin sabırsızlığıyla, sakarlıkla saldıracak “hakkını aramak” için, “kendi payını kurtarmak” için...

Ağzımdan kaçtı, istemeden oldu, diyecek sonradan. Sarhoştum, hatırlamıyorum, diye savunacak kendisini. Umursamamanın tadını almış ruhu hücresine geri çekildiğinde utançla yüzleşecek. Esriklik bedenini terkederken, dibini görmüş şişelerin ve boş kadehlerin onu toplumun düstur çukurunda terkedip gittiğini görecek. Başkaları yerine, başkalarının ona öğrettiği gibi, başkalarının ağzından hesap soracak kendine. Yerden yere vuracak alkolize özgürlüğünü. Tanımadığı, sınırlarını bilmediği, kendine yabancı bir benliği sergilemiş olmaktan duyduğu pişmanlık avuçlarında sıkacak çaresiz yüreğini. Hedefini şaşıran bir öfke zonklayacak şakaklarında. İçinde başlattığı savaşın derin yaralarını şişelerce meyle onarmaya çalışacak bir kez daha. Ve sonra yeniden... Ve sonra hep... Aynı melodiyi terennüm edecek gafil dudakları; nasıl geçti habersiz... Beyhude bakacak damarları fırlamış, yaşlı, güçsüz ve boş ellerine; yakalayamadı saçlarından baharı.

Çocukken tartamıyor insan; büyüdüğünde ise çok geç oluyor. Nezaketin feragate dönüştüğünü anladığında o güzel gözlü ceylanların, pınarların, kuşların, ağaçların, binbir renkli çiçeklerin varolmadığı noktaya gelmiş oluyor. Çünkü yanlış anlamışız... Büyük hata yapmışız... Bize anlatılanları, öğretilenleri hayatımızın düsturu edinerek yağlı ipi boynumuza kendimiz geçirmişiz. Kendimiz olamamışız. Başkalarının yontup şekillendirdiği, kıymıkları bize batan kimlikler içinde hapsolmuşuz.

HÜR’ce

26 Haziran 2009 Cuma

Delirum

Müşteri: Gelmeyin lan üstüme! Sen sırana geç bakiim, kalemi sokucam şimdi gözüne! Balıklı Rum Hastanesi mi lan burası? Kalk Bankası, Kalk Bankası! Yönetim istifa! Tuvalet kadar yer açmışlar şube diye... Dolarınıza, avronuza, ananıza bacınıza yüksek faiz! Yaa çekmeyin kolumu...

Güvenlik Memuru: Allah allah! Alt tarafı 2 saat 13 dakikadır buradasınız bayan! Ne olmuş yani bankodaki arkadaşlar biraz muhabbet ettilerse... Sosyalleşmek iyidir... Bakın onlar da çok yoğun. Onun doları, bunun boşalı; havale geçiriyorlar. Yazık değil mi?

Müşteri: Elin habeş maymunu kılıklı herifinden güvenlik memuru yapan kurumdan hayır mı gelir? Güvenlik memuru dediğin güven verici bir tipe ve kılığa sahip olur. Bankada stres altında bulunan mudileri yatıştırmak da görev tarifleri arasında sayılır. Ayrıca banka şubesi içinde bulunan mudileri bir bakışta sayabilmeli, saydıklarını şube personeli sayısına bölebilmeli ve çıkan sonucu beşle çarpabilmelidir. Söz konusu memur, bayanlara ters bakan kavat müşterileri kötü bakışlarıyla etkisi altına alabilmeli, şerefsiz fikir sahiplerini namuslulardan ayırabilmelidir. Güvenlik memuru dolara, avroya ne kadar faiz verildiğini bilmeli, hatta Kapalıçarşı altın piyasasından herkesi tanımalı, tanımasa da en azından birkaçıyla rakı sofrasına oturmuşluğu bulunmalıdır. Totototo...Üçüçüçüçüçüç.. Sesesesesesseeee...Deneme bir-ki.. Se-se-se...

Müdire: Ne bu gürültü ayol! Hep şikayet, hep şikayet... Sabahtan akşama bir sürü muşmulayla dertop olmaktan gına geliyo zaten; bi de bu menopozlu çıktı başımıza! Lafebesine bak, hala yumurtluyo oradan bir şeyler... Bankaya geldin mi, efendi gibi sıraya girersin; girmekle kalmaz kuzu kuzu işlem sırasının sana gelmesini beklersin. Müşteriysen müşteriliğini bil; huzur, düzen ve nizamı bozma!

Müşteri: Bu düzeni istemiyoruz! Kahrolsun bu düzen! Bize yeni bir düzen lazım! Yok mu bizi düzen? Siz gidin üstünüz gelsin. Yok mu sizin üstünüz?

Müdire: Yok, sadece altımızla çalışıyoruz. Hava daha sıcak olursa onu da çıkarıyoruz... Yaklaşma saplarım bu şişi iki kaşının ortasına! Yahu bırak memureyi... Daha ticaret lisesinden yeni mezun oldu; onun bu konuyla ilgisi yok!

Güvenlik Memuru: Hanfendi, kendinize gelin! Geçin sıraya, geçirmiiim. Valla veririm cep numaranızı operasyon servisine, mesaj bombardımanı altından üç yılda çıkaramazlar sülalenizi... Şşşş, alüo, kime diyorum! Kaçak yapı kılıklı karı! Bak hala konuşuyo! Geçççç sıraya! Bırak rozetimi... Saydırıcam şimdi yıldızları sana... Aghhhh!

Sağlık Görevlisi: Hanımefendi, sakin olun. Bitti... Gelin sizinle bir gezintiye çıkalım. Evet, bankanın çekilişinden size kırmızı araba ve gömlek çıktı...

Müşteri: Kapının önünden binmem, valla elaleme karşı ayıp olur. Hayır, bana yakışmaz. Ambulansın şöförüyle konuşucam, çağırın onu bana. Binerim ama bir şartla; şu bankonun arkasındaki kadın da benimle gelecek. Valla ısırmıycam bir daha; kuzu kuzu durucam yanında; o gelmezse gitmem. Peki o zaman güvenlik memuru gelsin. Güven sorunumu anca böyle çözerim. N’olucak, iki adımlık yol ya; korkmayın kimse soymaz bu hela kılıklı bankayı... Bırakın, imdaaaattt!

***

Doktor: Hmmm... Müdire hanımı 6 numara şişle delmeye kalkışmak... Memureyi fotokopi makinesinin kapağı altında ezmek... Efendim? Anlıyorum, demek memur sayısını yeterli bulmamış... Ner’de kalmıştık? Evet, telefon faturasını güvenlik memurunun kulağına zımbalamaya kalkışmak... Ha? Kulağına küpe olsun diye demek... Sırada bekleyen müşterileri sucuklu tostla tehdit etmek... Yine güvenlik görevlisinin rozetini penisine iğnelemeye kalkışmak... Hemşiranııııım, hastamıza odasına kadar eşlik edelim lütfen. Rica ederim sakin olun; birazdan gelip sizi tekrar dinleyeceğim. Tamam, geçti artık; tamam çekicimi bırakın lütfen. Güvenlik görevlisi cerrahi servise gitti; onu bir yere çakmanıza da gerek yok zaten.

Müşteri/Hasta: Durun... Çekiştirmeyin! Odaya giderim ama bir şartla. Şu kalp doktoruna benzeyen adam da benimle gelecek. Hemşire hanımı siz alın, bu akşam sizde kalsın; yarın sabah da bankaya gitsin; güvenlik memurunu alıp buraya getirsin. Pipisine bakacağım, bir şey olmuş mu diye. Anlamıyorsunuz doktor. Söylenenler külliyen yalan. Müdire hanımı şişlemeye kalmadım. Memure de fotokopi makinası üzerine kendi yattı. Zaten bir garip bakıyordu; deli miydi ne? Bu sırada telefon faturam çalmaya başladı; alo dedim, cevap gelmeyince güvenlik memuru duyar diye onun kulağına tuttum. Ayrıca rozetini pipisine iğnelemeye çalışmadım; internete bağlanmak istemiştim o kadar. Pardon doktor, gömleğinize %10 faiz versem benimle uyur muydunuz? Şşşşt, gürültü yapmayın, paranız uyanmasın. Gidiyorum, itmeyin, gidiyorum... Kalp doktoru geliyor mu?

Müdire: O çılgın kadın bizim şubeye girdi bir hışımla... Ne o, telefon faturasını ödeyecekmiş, işi acilmiş, ofise dönecekmiş, bir fatura için bu kadar beklenir miymiş? Biz de elimiz elimiz üstünde oturuyoruz sanki... Sadrazamın... Tövbe tövbe... Sonra müşterilerden birini haşladı; temmuz ayında sucuklu tost yedikten sonra insan içine mi çıkılırmış; çıkısa da bankaya mı gelinirmiş; açık havada rüzgara karşı ağzı açık şekilde 2 km koşmadan umuma açık yerlerde konuşupp kahkaha mı atılırmış... Bizim güvenlik memuru da kadını yatıştırmaya çalıştı; meskun mahalde huzuru sağlamak maksadıyla tabi. Vay efendim, sen misin karışan! Ne habeş maymunluğunu bıraktı adamcağızın, ne güven telkin etmediği... Saydı sövdü. Şube de tuvalet kadarmış; aynaları kırdı hep; parçalanınca geniş gösterirmiş...

Uğursuz karı! Banka batarsa şaşırmam! Ben şubeme hela dedirtmem efendim! Ben de zımbayı kendisine doğru kibarca sallayarak... yok efendim, ne tehtidi, biraz geri püskürtmek diyebiliriz ama zarar vermek asla! Ne diyordum, evet, usulca zımbayı sallayarak kendisini uyardım. Sonuçta bizler de üç kuruşa çalışan eşekleriz, değil mi ya? Ama gözü dönmüştü bir kere. Kendisini kolundan kibarca tutan güvenlik memuruna saldırdı önce. Sonra bankonun üzerinden atlayarak benim üzerime yürüdü. Ben çok iyi şiş kullanırım; dakikada 52 ilmek atar, adamın alnına zeki müren kirpiği çakarım. Saldırıyı savuşturdum tabi. Benimle başa çıkamayınca diğer memur arkadaşa saldırdı. Fotokopi makinesinin üstüne yatırdı, yaşasın gremlinler; bunlara yemek yeridmeyeceksiniz, üstlerine su döküp çoğaltacaksınız, siz bilmezsiniz, bunların bakımı zordur, diye haykırarak kızcağızın fotokopisini çekmeye başladı... Dehşet içinde kalmıştık... Hürkk.. Fork... Devam edemeyeceğim...

İki ay sonra...

- Hemşiranım, bana cevap verin lütfen; hasta bu çiviyi neden takmış kafasına?
- Doktor bey, hasta kendini cep telefonu sanıyor; bu da anteni oluyormuş.
- Tutun şunun ellerini, anteniyle oynamasın; beynini delecek şimdi. Sigortası da yok; elimizde patlar valla. Bir de sorun bakalım, hangi marka cep telefonuymuş; ona göre Nokia veya Samsung koğuşlarından birine koyun.
- Ben soramam valla doktor bey. Bıktım bu hastadan; iyileşeceği yok bunun. Geçen gün de hademe Memduh’un yüzündeki et benini koparmaya kalktı. Neymiş, yemekte hiç et vermiyormuşuz, canı çekmiş. Aaaa, uğraşamayacağım bu karnivor karıyla! Üstüne üstlük bir de yan koğuştaki banka memuresini dövüp duruyor her fırsatta. Dün kadını tuvalette yakalamış; klozetin üstüne oturtmuş, sol eliyle ağzına tuvalet kağıdı sokup sağ eliyle de gözüne bastırıyordu. Bir yandan da bankamatik yine bozuk, diye bağırıyordu. Kadının gözünü zor kurtadık valla.

Dört ay sonra...

- İyileştim artık doktor; kendimi çok zinde hissediyorum. Hayat gözüme daha güzel görünüyor. Ekranım genişledi, megapikselim arttı. Daha kolay mesaj yazıyorum artık. Her yerden internete de bağlanıyorum. MP3 indirip arkadaşlarımla paylaşıyorum. Yeni piller de çok iyi geldi. Eskisi şarj tutmuyordu; lafım ağzımda kalıyordu. Hayır bir şey değil, karşı tarafa ayıp oluyor tabi. WAP ayarlarımda bir arıza vardı ama teknik servisi çağırdı arkadaşlar, onu da hallettik. Yoo, müdire hanımla aramızda hiçbir sorun kalmadı. Artık çok iyi anlaşıyoruz. Yataktan kalktığımda saçlarımı dağıtan gorili kesip ay ışığında yedik dün gece. Dünyanın dikdörtgen olduğunu farkettim. Kuşlar gibi özgür hissediyorum kendimi. 2 litrelik yudum içmiş gibi hafifim üstelik. Üstün yol tutuşum, 4 hava yastığım ve ABS sistemimle tamamen güvenilir biriyim artık.

HÜR’ce

Daha çok ağrır başımız...

- Efendimiiiiiz?
- Hııı?
- Efendimiiiiiiz...
- Ne var?
- Efendii...
- Hay sana da, efendine de... Ne var ulan? İki dakka rahat bırakmıyorsunuz ki Tanrıyı! Aşağıda bir sürü peri kızı... Hazır Hera’yı uyutmuşum... Güzellik uykusuna yattı, ne işe yaradığını hiç anlamadım ya... Vır, vır, vır...
- Şey, efendimiz, hani bir kaç ağrı ifriti vardı ya...
- Eee?
- Hani Akeron’a hapsedilmelerini buyurmuştunuz...
- Evettt?
- İşte o ifritler var ya...
- Konuşşş be adammm! Hera uyanacak şimdi; uyanacak, sonra da oyacak...
- Eeee...
- Bak kötü etme tanrıyı... Çarpıcam şimdi...
- İşte o ifritler yeryüzüne kaçmışlar...
- Neah?! (Gürzzz... Kraşşş) Hay kahrediim!
- 278.
- Ne?
- Tapınaktaki 278 kişi.
- Ne olmuş onlara?
- Düşürdüğünüz yıldırım onlara isabet etti de...
- Yahu şu yıldırımları ortalık yerde bırakmayın, diye kaç kere söyliycem? Bir şeyi de bi’ kerede yapın be kulcağızım! Neyse, o 278’ini Hades’in defterine kaydedin. Gebe kadın sayısını da artırın. Eros’a söyleyin, Olimpos’tan ayrılmasın; fazla mesai yapacak artık. Afrodit de biraz kırıtıp dolaşsın ortalarda; dikkatleri dağıtmak lazım. N’apalım, idare edicez artık.
- İfritler n’olucak efendimiz?
- Onlar nasıl kaçtılar? Kerebos ne halt ediyormuş onlar kaçarken?
- Ehm, onu bayıltmışlar efendimiz...
- Ulan boşu boşuna üç kafa verdik o ite de... Biri bile işe yaramıyo... Defolu çıktı zaar... Hades ner’de peki?
- Cehennemin dibinde.
- Çağırın onu bana!
- Geldim, geldim...
- Oğlum sen ne iş yaparsın ya? Üç-beş tane ifrit emanet edelim dedik, onu da yüzüne gözüne bulaştırdın...
- Ama abi...
- Ne aması lan? Yeryüzü birbirine girmiş, kullar birbirinin gözünü oyuyor; sen zeytin ezmesi gibi yayılmış oturuyorsun. N’olucak senin bu halin be güzelim? Hııı? Yemedim, yedirdim; giymedim, giydirdim...
- Ama abi sen pek giyinmeye fırsat bulamıyorsun ki zaten... Heralar, huriler falan...
- Höyyyt! Dağıtma konuyu! Yaradılıştan bu yana senin için saçımı süpürge ettim ben! Çok çalıştım seni rahat ettirmek için. Yarattım, çoğalttım, yağdırdm, estirdim, akıttım,... Dişimden tırnağımdan artırdım, altına bi’ krallık çektim. Ama yoook, senin içinde yok! Hiç soruyor musun bu evren nasıl dönüyo diye? Tek başıma her yere yetişemem ki canım! N’olur bi’ ucundan da sen tutsan?
- Öyle deme abi ya... Ben de zor günler geçiriyorum... Psikolojim bozuldu yer altında. Asklepios’a göre ağır depresyon geçiriyormuşum. Bunalımdayım... İzin istiyorum. Tatile ihtiyacım var... Alıp başımı gidesim var...
- Başlarım sana da, psikolojine de... Ne izni uleynnn? Zıbıttırtma tanrıyı...
- Bühüüüü... Hürk... Ama ama... Hüüüüü...
- Neee? Ne aması? Höykürme de anlat!
- Ben ister miyim böyle olsun? Gül gibi işim var; Styx’e bakan nehir manzaralı bir ofis; Moira’ların makas sesinden başka çıt yok... Ama insanlar... (fırk) sövüp duruyorlar. Bana kadar geliyor konuşmaları... Hastalanırlar, ben suçlanırım. Depremde evleri yıkılır, bana sayıp söverler. Savaşta ölenlerin akrabaları adımı açgözlüye çıkardılar; ruhlara doymuyormuşum. Ben mi savaşın diyorum? Yüzünü Hades görsün, diyorlar kızınca. Kadınlar bile (hıck) çocuklarını, mamanı yemezsen seni Hades’e veririm, diye korkutuyor. Çok gücüme gidiyor...
- Gücüne gidiyormuş sıpanın... Evladım, kaç kere söyliicem sana? İktidarda olana her şey müüü-bah-tıııır! Böyle her sözü tavrı ciddiye alırsak n’olur bizim halimiz? Şikayet etmeyen, hayatından mutlu olan, kafası çalışan teba hiç görülmüş şey mi? İnsanoğlu bu; her lafı eder. Ben bilmiyo muyum kendi sıçtığım boku... Her şey güllük gülistanlık olsun; kaşının altında gözün var deyip birbirini boğazlar onlar. Bak yakında Lidyalılar para diye bir şey icat edecekler. Otur seyret... Çok değil, iki bin yıl sonra gel, her şey aynı olacak. Sana bana küfredip bildiklerini okuyacaklar... Hadi, hadi ağlama ama... Neyse, üç-beş ifrit için sıkmayalım canımızı. Sen de bundan sonra akıllı ol, tamam mı külbastı gözlüm?
- Efendimiz... İfritler ne olacak?
- Amaaan, bir kaç gün insanların başı ağrır, sonra alışırlar, susarlar. Ben sana bir şey söyleyeyim mi; ağrı olmasa yaşayamaz onlar. Bu hep böyle olmuştur zaten.

HÜR'ce

25 Haziran 2009 Perşembe

Eskişehir'e Yeni Adet

İsmi lazım değil Eskişehir’li yazarlar oldukça sevimli bir tablo çizerler şehir hakkında. Onların gözünden bakıldığında gerçek hayat siliniverir. Bir rüyalar aleminin kapısını açarlar size ve cennetin adını kulağınıza fısıldayıverirler: Eskişehir. Kitabı kapayıp bulduğunuz ilk trene atlayarak gitmek istersiniz.

Hemen söyleyeyim; çok da haksız sayılmazlar. Eskişehir İstanbul’un kaosundan ve hırçınlığından sonra, bir Tibet rahibi dinginliğiyle karşılıyor insanı. Her ne kadar Eylül ayında, sabahın dördünde trenden inene eksi bilmem kaç dereceyle şamarı patlatsa da, bu tokat bizlere yabancı gelen Anadolu insanının sıcak şakalaşması gibi; sert ama art niyetsiz.

Her mevsim kartpostallardan fırlamış karelere benzeyen parkları; Porsuk üzerinde gerdanlık gibi ışıldayan köprüleri; şehrin dört bir yanına serpiştirilmiş, akademi öğrencilerinin imzalarını taşıyan heykelleri; parmak ısırtan yapay plajı ile büyülü bir Avrupa kentinde dolaşmanın keyfini yaşatıyor Eskişehir. Hatta çok detaycı ya da tutucu değilseniz, bir Paris, bir Londra gibi ortasından nehir geçen şehirlerin büyüsüne tanıklık edebilirsiniz. Çünkü şehrin yüzü bilinçli bir makyöz tarafından boyanıyor. Yıllardır koltuğunu kimseye bırakmayan belediye başkanı, akademik bilinci sanatçı bir ruhla birleştirip huysuzlara ve uyumsuzlara kulak tıkamaya devam ediyor. Onun resmettiği Eskişehir, lüks tranvayları, sakin trafiği, büyük kentlerden aşina olduğumuz mağazalarla renklenmiş iki büyük caddesi ve Beyoğlu’nun 90’lı yıllardaki hoş cıvıltısını anımsatan tatlı kaçık üniversite gençliğiyle, içine kapanık bir Anadolu kenti olmanın çok ötesinde.

Hava Kuvvetleri’nin askeri ciddiyeti de Eskişehir tablosundaki renklerden biri olarak yerini almış durumda. Türkiye’nin en büyük hava gücüne ev sahipliği yapan şehir aynı zamanda Ortadoğu ve Balkanlar’ın tek havacılık okuluna da sahip. Bunun günlük hayata yansıması ise mütevazi bir sessizlik. Uçakların kalkışı ve geçişi sırasında, bu gümbürtüye alışık olan şehrin yerlileri olayı suskunlukla karşılarken yabancılar uçak sesini beyhude yere bastırmaya çalışıyor. Onun dışındaysa, dost meclislerinin tatlı mırıltısı eşlik ediyor Porsuk’un dinginlinğine.

Eskişehir’in insanları çok sıcak. Bizim gibi Bizans kumpasları içinde sıkışmışların nezdinde saf bile kalıyorlar. Günlük hayat İstanbul’un teknorutin temposuna oranla oldukça ağır akıyor. Ataerkil düzenin hakimiyetini henüz yitirmediği şehirde kadınlar gündüzlerin sosyal profilinin yapı taşları. Gün düzenlemek oldukça rağbet gören bir etkinlik ve gelir kaynağı. Evler, misafirlerin kusur bulamayacağı şekilde ince ince temizleniyor; maharet göstergesi yiyecekler özenle hazırlanıp beğeniye sunuluyor (bkz. yemekteyiz) ve tabii ki bolca sohbet ediliyor. Hayatınız hakkında hiçbir gizli saklı kalmamasına aldırış etmemek ve antisosyal bir duruş sergilememek (en azından özel hayatınızın didiklenmesini nispeten önlemek) için geniş bir konu arşivine ve mümkünse sergileyebileceğiniz örgü modellerine sahip olmak bu işin olmazsa olmazları. Bir gün önce ağırladığınız bir insanın evine birkaç gün sonra aynı seremoniyi yaşamak üzere gitmek, büyük şehirlerin çalışan kadınlarına göre evcilik oynamak gibi ama insanlar arasındaki bağı güçlendirdiği şüphe götürmez. Günlerden söz etmişken çiğ böreği atlamamak gerek. Eskişehir’de ne yerim, diye soruyorsanız, cevabı buldunuz bile.

Bunlar Eskişehir’in dışarıdan gözlenen güzel yüzü. Dışı ziyaretçileri, içi Eskişehirliler’i yakar. Onlara sorduğunuz zaman, en az bir on yıl geriye dönmek istiyorlar. Üniversitenin ve gençliğin şehirlerine çok şey kattığının farkındalar ama bu faydalar, kentlilerin yitirdiklerini gözlerine sokuyor sanki.

Öğrencilerin akın etmesiyle en başta kiralar artmış. İstanbul’da 700-800 TL’ye oturabileceğiniz bir daire Eskişehir’de 1500 TL’den açıyor kapısını. Evlerin değerini artıran öğrencilerin gönlünü hoş tutmak ve dahasının da gelmesini sağlamak için ünlü markalar da akın etmiş Eskişehir’e. Caddeleri mekân tutan firmalar fiyatların daha da yükselmesine yol açmış. Eti ne budu ne halkın geliri ortada ama “modernleşme ve bir öğrenci kenti olma” evrimi geliri artırmanın yollarını düşündürmeye başlamış. Bazı açık gözler sıra sıra barlar açmışlar. Türkü barlar, rock barlar ya da sadece barlar... Bu mekânlar tamamen öğrencilerin kendi başına yaşama, aileden uzak olmanın özgürlüğü, hayata isyan ederek kendini ifade etme gibi ergen devinimlerini paraya çevirme amacı güdüyor. Bu uğurda 14-15 yaşında çocuklara bile "çay-hani şu bizim zamanımızdaki okul çayları” gibi etkinlikler adı altında içki servisi yapanlar bile var. Ve kentlerinde sağ sol kavgasını bile yaşatmamış olan Eskişehirliler, sayıları giderek artan kavgalardan, hırsızlıklardan, şiddetten, uyuşturucudan rahatsız oluyorlar. Geceyarısı güvenle yürüyebildikleri caddelerini, çocuklarını endişelenmeden gönderdikleri okul kapılarını, sıcak komşuluklarını, en önemlisi de huzurlarını özlüyorlar.

Benim gibi, iki günlüğüne kaçamak tadında gidenler için, ucuz sebze-meyvesiyle, her şeyin üç adımlık mesafede oluşuyla, çıkarcılığın, fırsatçılığın, üçkağıtçılığın henüz yüzleri karartmadığı insanlarıyla çok sevimli ve neredeyse yaşanası bir kent Eskişehir. Gezdiğim birçok kentteki insanın hafızamda bıraktığı olumsuz izlenimin aksine, tanıdığım tüm Eskişehirliler gerçekten temiz, dürüst, yardımsever ve iyi niyetli insanlar.

Ama Porsuk kıyısında oturup şöyle bir etrafı izlediğinizde Jean Jacques Rousseau'nun "Itiraflar" adlı eserinde ne anlatmaya çalıştığını kendi gözlerinizle görüyorsunuz: Insan denen varlık, yaratılış itibariyle temizdir. Onu kirleten toplum yaşamıdır. Sosyalleşmek adına doğadan uzaklaşan insan kendi yapısına aykırı davranışlar geliştirmeye başlar ve bu da mutsuzluğunun temelidir.

Evet, Eskişehirli yazarların gözünden bakıldığında karşınıza çıkan çok güzel bir panorama. Ama fazla "yumuşak". Bir diğer deyişle, fazla özenli, fazla düzgün.

HÜR'ce