Çocukluk aşkıydı. 17 yaşında kaptırmıştı kalbini ona. Liseden
birlikte mezun olmuşlar, üniversiteyi birlikte okumuşlardı. Birlikte
mezun olup, hayat mücadelesine birlikte atılmışlardı. Parmağındaki nişan
yüzüğüne bakıp hüzünle gülümserdi askerliğinin bitmesini beklerken.
Onunla birlikte şafak saymıştı. İçinde en ufak kuşku olmaksızın evet
yanıtını vermişti nikah memuruna; gururla atmıştı deftere imzasını.
Çocukluk aşkının meyvesi bu aşkla büyüyüp serpildi karnında. Hayatın
kokuları işkence etse de, sürekli kussa da, hamileliğinin çoğunu
tarifsiz sancılarla yatarak geçirmek zorunda kalsa da, heyecanla bekledi
bebeğini kucağına almayı. Doğum zor oldu ama sonunda kavuştu oğluna. Ve
yitirdi hayatının aşkını.
Nasılını, niyesini anlayamadı hiç. Sorularına yanıt alamadı. Bıkmıştı
kocası ondan. Evlilikten sıkılmış, çocuktan bunalmıştı. Ve karısından…
20 yıldır sürekli yanında olan o kadından da usanmıştı. Yüzünde bir
tokat izi, kolunda morluklar, sayısız hakaret ve aşağılanma, kırılıp
dökülmüş eşyalarla kalakalmıştı. Çocukluk aşkı yeni bir hayata yelken
açıp gitmişti.
O artık yalnız bir kadındı. Dul bir kadındı. Ama en önemlisi anneydi.
Onu terkedip giden adamın kusursuz bir kopyası olan oğlunu büyütmek
için her türlü zorlukla tek başına mücadele etmek zorunda kalan; ona,
onu aşağılayan adamın yüzüyle bakan varlığa duyduğu karşılıksız, saf ve
sonsuz bir sevgiyle yaşamaya mahkum edilen genç bir kadındı.
Terk edilişine ağlamadı. Parasızlığa sızlanmadı. Çalışıp çabalamaktan
kaçmadı. Arkasına bile bakmadan giden adamın ona bıraktığı borçlardan,
kapıya dayanan icra memurlarından gocunmadı. Doğurduğu için hiç
pişmanlık duymadı. Gün be gün serpilip büyümesini izlediği oğluna bakıp
sadece keşke, dedi ara sıra, keşke yüzü biraz olsun bana benzeseydi.
***
Yemeğini bitirmiş, karısı tabakları toplarken kanapeye uzanmıştı
tembelce. Televizyonun kumandasını aldı, kanalları dolaşmaya başladı.
Haberleri hızlıca geçti. 14 yaşındaki kızın tecavüz davası işgal etmişti
tüm medyayı. Günün yorgunluğunu atmaya çalıştığı şu saatte zihnini bu
konuyla oyalamak istemiyordu. Hem artık haberlerin hiçbir inanılır yanı
yoktu ki. Gündemi değiştirmek için üretilen türlü sansasyonel haberden
biriydi bu da.
Kanallar arasında gezinmeye devam etti. Canı güzel bir aksiyon filmi
izlemek istiyordu. Meyvesiyle çerezlerini atıştırırken, bir iki saat
kendini kaptıracak, sonra da düşen göz kapaklarına itaat edip yatağına
giderek deliksiz bir uyku çekecekti. İşler giderek yoğunlaşıyor ama
kazancı düşüyordu. Ülkenin ekonomik durumu gün geçtikçe kötülüyor,
ekmeği aslanın ağzından kapmak giderek zorlaşıyordu. Millet bunun
farkında değil miydi? Kimse bu gidişatı göremiyor muydu? Tutturmuşlar bir kadına şiddet teranesi, ısıtıp ısıtıp onu sürüyorlar ortaya,
diye homurdandı. Böyle haberleri gördükçe karısına kulak asmadığı için
kendisiyle gurur duyuyordu. Çocuk yapılmazdı bu ülkeye. Karısının
kırgınlığıyla yaşamak, bu rezil ortamda çocuk sahibi olmaktan daha
kolaydı. Bütün ailesine kafa tutmak, karısının çocuk sahibi olma hakkını
elinden aldığını söyleyerek onu suçlayanların manevi baskılarına göğüs
germek zorunda kalmıştı. Kürtaj kararını kolay almamışlardı; o da
isterdi baba olmayı elbette ama bu ülkede duygulara yer yoktu.
Karısının yanındaki sehpaya koyduğu gazozundan bir yudum aldı ve
kanallar arasında gezinmeye devam etti. En sonunda dişine göre bir film
yakalamıştı. Keyfi yerine geldi. Çoraplarını çıkarıp kenara attı.
Kanapeye iyice yayıldı ve izlemeye başladı. Kavgada testislerine
şiddetli bir tekme yiyen adamı görünce irkildi. Tekmeyi kendisi
yemişçesine eli gitti istemsizce kenetlediği bacaklarının arasına.
Acıyla buruşturdu yüzünü. Değişen sahneyle birlikte dağıldı içindeki
sebepsiz sızı. Ağzına fıstık attı. Karısı bulaşık makinesini çalıştırıp
içerideki odaya geçmişti. Bacaklarını gevşetip izlemeye devam etti.
***
Gözlerini açmak istemiyordu. Düşünme yetisini bile kaybetmişti.
Bedenine yabancılaşmıştı. Bileklerinin üzerindeki baskının şiddetinden
kan gitmeyen elleri buz kesmişti. Kırılan burnu şişmiş, nefes almasını
güçleştiriyordu. Patlayan dudağından akan kan ağzına dolmuştu. Sağ
bacağının içi acıyordu. Öyle bir şiddetle açılmıştı ki bacağı, kası
zedelenmişti. İçinde gidip gelenin bir et parçası olduğuna inanmakta
güçlük çekiyordu. Babasının işliğinde gördüğü o kalın zımparalardan
biriydi sanki. Etini çekiştirerek, yakarak, yırtarak deviniyordu içinde.
Karşı koymaktan vaz geçmiş, üzerinde hırıldayan adamın daha fazla
canını yakmasını önlemek için kendini serbest bırakmaya çalışıyordu.
Ancak akan kanı yapış yapış pıhtılaşırken ve her darbede makatındaki
yarık biraz daha açılırken bu mümkün değildi. Debelenmenin, içindeki et
parçasından kurtulmaya çalışmanın bir faydası olmamıştı.
Bademcik ameliyatı olduğu günü anımsadı. Küçücük kolundaki damara
sokulan iğneyi düşündü. Nefes aldıkça içine yayılan o sıcak duygu…
Hemşire 100′den geriye doğru saymasını istemişti ama o sadece 94′e
gelebildiğini anımsıyordu. Sonrası yoktu. Gözünü açtığında hastanedeki
odasında yatıyor, annesinin saçlarındaki şefkatli dokunuşunun tadını
çıkarıyordu. Bayılmak için dua etti. Uyandığında her şeyin bitmiş
olmasını istiyordu. İnsan, diye düşündü, dilediği an bayılabilmeli.
Ama olmadı. Bilinci onu dinlemiyordu. Yaşadığı her bir an, zihnine
acımasızca kazınırken hayatından kareler geziniyordu gözlerinin önünde.
Fabrikadan emekli babası. Kendini dine adamış annesi. Mahallenin
bıçkını, futbol delisi abisi… Küçük erkek kardeşi… Okuldan eve gelirken
tepeden tırnağa onu süzen dedikodu kumkuması komşuları Muazzez teyze…
Dükkan boş olduğunda, gizlece poposunu elleyen bakkal… Fransa’da okuduğu
orta okulu anımsadı. Mutluydu orada. Sınıf arkadaşı olan oğlanla
konuştuğu için apar topar Türkiye’ye dönme kararı almıştı ailesi. 12
yaşında iki çocuğun ders hakkında bile olsa başbaşa konuşması kabul
edilebilir bir şey değildi babasının gözünde. Aile namusunu korumak için
dönmüşlerdi. Tek kelime Türkçe bilmeden geldiği anavatanında hayata
sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı o küçücük yaşında. Namusunu korumak
için.
Tüm bunlar akıp giderken onu dehşete düşüren bir düşünce çınladı beyninde ve o an ağlamaya başladı: Ne olur Allahım… Ya hamile kalırsam…
HÜR'ce
12 Haziran 2012 Salı
Kürtaj cinayetse...
Kürtaj cinayetse,
eğitimsiz,
geçmişinden bihaber, kimliksiz,
geleceği belirsiz,
beklentisiz,
hedefsiz,
ümitsiz,
başını sokacak evi,
masasına koyacak ekmeği,
hiçbir sosyal güvencesi,
yaşlılıkta huzurlu günleri olmayan,
bugünü sanal,
yarını hayal
insanların tavşan gibi üremesini teşvik de toplu katliamdır.
HÜR'ce
eğitimsiz,
geçmişinden bihaber, kimliksiz,
geleceği belirsiz,
beklentisiz,
hedefsiz,
ümitsiz,
başını sokacak evi,
masasına koyacak ekmeği,
hiçbir sosyal güvencesi,
yaşlılıkta huzurlu günleri olmayan,
bugünü sanal,
yarını hayal
insanların tavşan gibi üremesini teşvik de toplu katliamdır.
HÜR'ce
14 Mayıs 2012 Pazartesi
Sevgili Bayan Jarvis
Sevgili Bayan Jarvis,
Dünyada anne sevgisinin yerini dolduracak hiçbir sevgi olmadığı yönündeki düşüncenize tüm kalbimle katılıyorum. Antik dünyanın kutsadığı bu değerin, modern çağlarda yeniden gündeme yerleşmesinde oynadığınız rolden dolayı sizi tebrik ediyorum. 365 günlük takvimimizde annelere özel bir gün var sayenizde.
Anneler günü her yaklaştığında çılgın bir telaş kaplıyor ortalığı. Gazeteler, dergiler, billboardlar, televizyon kanalları, radyolar, internet siteleri bangır bangır haykırıyor. Mallarını satmak için birbiriyle yarışta hiçbir fırsatı kaçırmayan firmaların ilanlarında, kartpostallara layık sahnelerle bezeli fotoğraflar sokuluyor gözümüze. Anne, çocuk, torun; üç kuşak bir arada, bir sevgi yumağı halinde çiçekler, kuşlar, kelebekler arasında sarmaş dolaş gülümsüyor. Birbirlerine sahip oldukları için duydukları mutluluk, suniliğin yapış yapış akışkanlığıyla karelerden taşıp bakanlara bulaşıyor.
Gelin görün ki Bayan Jarvis, anlamakta ve takdir etmekte zorlandığım bir şey var: Sevgisizlik yüzünden kendi köşelerimizde için için ızdırap çektiğimiz; uçsuz bucaksız bir tatminsizlik girdabında sevgiyi yakalamak üzere mübah sayıp her yolu denediğimiz (ve çoğunlukla da bu yüzden yoldan saptığımız); annesini kaybedenlerin ya da annesiyle hiçbir zaman iyi ilişkisi olmamışların; çocuğunu kaybetmiş ya da ilişkisi kopmuş olanların; imkânsızlıklar yüzünden ayrı düşmüşlerin; huzur evlerinde, malum kaderlerine terk edilmiş ya da sokağa atılmış olanların “sevgiye hasret” yaşadığı şu dünyada… Karşılıksız, katıksız, derin bir sevgiyi onurlandırmak için yılın sadece bir gününün etiketlenmesi fikrini benimseyemiyorum bir türlü.
Size kendinizi dünyadaki herkesten ve her şeyden üstte ve önde tutulduğunuzu; her koşulda, hatalarınızla sevaplarınızla kabul göreceğinizi hissettiren o duygu… En karanlık günlerinizde ruhunuzu aydınlatan o ışık… Nerede ya da ne kadar uzağa gitmiş olursanız olun, hep geri dönüp sığınabileceğinizi bildiğiniz o şefkat… Kaç yaşında olursanız olun, hep ihtiyaç duyacağınız; son nefesinize kadar hasretini çekeceğiniz; mahrum kaldıkça içinizdeki yoksunluğun ağırlığı altında ezileceğiniz; evet, kelimenin tam anlamıyla yeri hiçbir zaman dolmayacak o sevgi… Bir demet çiçek, bir göşterişli hediye paketi, bir ziyaret, bir telefon görüşmesi, sosyal ortamlarda kalplere, çiçeklere bulanmış özlü sözlerle mi ifade bulmalı?
Bardağın boş tarafına baktığımı düşünebilirsiniz Bayan Jarvis. Güçlünün zayıfı ezip geçtiği kaotik düzen içindeki bu dünyada, anneler gününün insan doğasındaki iyiliği ortaya çıkaracak, sevginin gücünün her türlü melanetin üstesinden geleceğini anımsatacak bir ayraç olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu şekilde değerlendirmediğim için, size göre ben iflah olmaz bir karamsar, keyif kaçıran bir umutsuz, dar görüşlü bir uyumsuz da olabilirim.
Ama ben bazı duyguların, bazı bağların özel olduğuna inanıyorum. Bir bulaşık makinesi ya da otomobil markasının, bir bankanın, bir telefon operatörünün, bir sigorta şirketinin, bir geriatri kliniğinin, bir epilasyon merkezinin, bir restoranın, bir pizzacının, bir alışveriş merkezinin grotesk ifadelerle ağzına sakız edemeyeceği kadar da kutsal.
Tevazunun içtenliğinden uzakta, mahrumların duygularını hiçe sayan abartılı, kaba kutlamaların; şuursuzca dolaşıma çıkarılan ve birçok insanın içini kanatan “sevgili annem” temalı mesajların, o kutsal duyguyu ne onurlandırmaya, ne kutlamaya uygun olmadığını düşünüyorum.
Sonuç olarak Sevgili Bayan Jarvis,
Her yıl, Mayıs ayının ikinci pazar gününü herhangi bir gün olarak algılamak yönündeki tercihimde ısrarlı olduğumu bilmenizi istiyorum. Karanlıktan kaçıp sığındığım rüyalarım, yalnızlığımdaki şefkatli dokunuşum, neşemdeki cömertliğim, elemimdeki dirayetim, emeğimdeki sabrım, dostluklarımdaki vefam, aşklarımdaki sadakatim, yemeğimdeki lezzet, giysimdeki renk, evimdeki nizam, yuvamdaki huzur olan annemi düşünmeden, hissetmeden geçirdiğim tek bir günüm yok ve bunu tüm dünyaya, metazorik bir üslup çerçevesinde ilan etmem gerekmediğine inanıyorum.
Niyetinizin içtenliğine duyduğum saygı gereği, çevremdeki zerafet ve derinlikten uzak, şuursuz çığırtkanlığı duymazdan gelmeye ve hatta elimden geldiğince hoş görmeye çalışıyorum. Ancak, açıkladığım gerekçelere bağlı olarak, coşkun kutlamanıza bu yıl da katılmayacağımı bildirir; başta siz olmak üzere, yüreğindeki saflıkla bu günü kutlayanların anneler gününü tebrik ederim.
Saygılarımla,
HÜR’ce
8 Mayıs 2012 Salı
Meeee...
Bazı gazetelerin köşe yazarları, türkçemize uladıkları akademik
terimler ve yabancı dillerden evlat edinilmiş sözcüklerle, postmodern
tarzda dayayıp döşedikleri makalelerinde gündemi irdeliyor, gelişmeleri
sorguluyor, gidişat yorumları yapıyorlar. Okuyucuların hepsi, tercihan
yurt dışında, siyaset, sosyoloji, psikoloji ve felsefe eğitimi almış da
üstüne mastır, hastır, artık daha da üstü ne varsa külliyen tamamlayıp
yutmuşçasına, bir rahatlık, bir güven, bir rehavet içinde akıp giden bu
yazılara baktığımda merak etmeden duramıyorum: Kimlere sesleniyor bu
yazılar? Kimlerden medet umuyor? Kaç kişi bu alimler güruhu?
Eğitim düzeyinin secdeye yatıp kendini Allah’a havale ettiği… Bırak okuduğunu anlamayı, Türkçeyi doğru düzgün konuşamayanlara canla başla, gözü kapalı oy verildiği… Dünyanın en kalifiye işsizler ordusunun sokaklarda uygun adım gezindiği… Üniversite mürekkebi yalamışların kitapçılara sadece kahve içmek için gittiği… Fasıl muhabbetlerinde Nazım şiirlerine bulanıp ülke kurtarmaya kolları sıvayanların hasıl olduğu… Kayseri’yi Kıbrıs’ta, mısır piramitlerini gümrük deposunda, Cumhuriyet’in ilanını bir bahar ayında sananların yurdunda kaleme alınan bu yazılara baktıkça eski bir fıkra geliyor aklıma:
Ve onlar dediler Isa’ya:
- Sen bizim varoluşumuzun eskatolojik manifestosusun.
Ve İsa dedi onlara:
- Ha?
HÜR'ce
Eğitim düzeyinin secdeye yatıp kendini Allah’a havale ettiği… Bırak okuduğunu anlamayı, Türkçeyi doğru düzgün konuşamayanlara canla başla, gözü kapalı oy verildiği… Dünyanın en kalifiye işsizler ordusunun sokaklarda uygun adım gezindiği… Üniversite mürekkebi yalamışların kitapçılara sadece kahve içmek için gittiği… Fasıl muhabbetlerinde Nazım şiirlerine bulanıp ülke kurtarmaya kolları sıvayanların hasıl olduğu… Kayseri’yi Kıbrıs’ta, mısır piramitlerini gümrük deposunda, Cumhuriyet’in ilanını bir bahar ayında sananların yurdunda kaleme alınan bu yazılara baktıkça eski bir fıkra geliyor aklıma:
Ve onlar dediler Isa’ya:
- Sen bizim varoluşumuzun eskatolojik manifestosusun.
Ve İsa dedi onlara:
- Ha?
HÜR'ce
Yürüyün piramit inşaatına!
Uzak durayım, bakmayayım, cehalet mutluluktur, diyorum ama kendime
söz geçiremiyorum. Gazeteleri, haberleri hayatımdan çıkarabilsem kendi
yağımda kavrulup gideceğim ama ne mümkün! Eve gazete almayı bıraktım ama
bilgisayardan, internet bağlantısından nasıl vazgeçeyim? Sinsi sinsi
uzanıyor elim, bir iki tıkırtı, hoop, gazeteler karşımda. Gündem,
Türkiye, Politika, Yaşam, Sağlık, Kültür-Sanat… Her bir bölüm, çağdışı,
akıl dışı, mantık dışı acizliğimizi yansıtan birbirinden yürek
paralayıcı haberle arz-ı endam ederken boğulma duygusu yaşıyorum resmen.
Eh işte, bugün de farklı değil. İlk yazıldığı tarihten bu yana defalarca “yenilenen” anayasa; politik kadraja usul usul sokulan başkanlık sistemi; Yunan tragedyalarının üç birlik kuralını anımsatan tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet söylemleri…
Üç birlik kuralı deyince aklıma geldi: Bu topraklarda yaşayan bireyler olarak, birlik ve beraberlik kavramlarına bu kadar kayıtsız kalmamayı başarabilseydik; göçebe ruhlarımızı hasbelkader sahip olduğumuz üç kuruşluk dünya mallarına ve sıfatlarına yapışıp yerleşik düzende sabitleme yoluna gitmeseydik; geleceğimizi kahve fincanlarında, çay yapraklarında, çakıl taşlarında, kuru fasulyelerde arayıp şifayı boncuklardan, muskalardan ve uhrevi ritüellerden sormasaydık, gazetelerin gündem maddelerinden birçoğu kaleme alınmayacaktı. Zihniyle, yaşam kültürüyle bu kadar dağınık ve esrik akıllı bir topluluk olduğumuzdandır belki de, müstahaktır kabîlinden, başımıza bir padişah, bir imparator, iyisi mi bir firavun lazım.
Ufukta bir “exodus” görünmediğine göre, az laf çok iş düsturundan yola çıkıp mimari, taş işçiliği, yontmacılık gibi konularda araştırmalara girişelim derim. Zira çok yakında, yapımı nesiller boyu sürecek bir inşaatta çalışmaya başlayacak olabiliriz.
HÜR'ce
Eh işte, bugün de farklı değil. İlk yazıldığı tarihten bu yana defalarca “yenilenen” anayasa; politik kadraja usul usul sokulan başkanlık sistemi; Yunan tragedyalarının üç birlik kuralını anımsatan tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet söylemleri…
Üç birlik kuralı deyince aklıma geldi: Bu topraklarda yaşayan bireyler olarak, birlik ve beraberlik kavramlarına bu kadar kayıtsız kalmamayı başarabilseydik; göçebe ruhlarımızı hasbelkader sahip olduğumuz üç kuruşluk dünya mallarına ve sıfatlarına yapışıp yerleşik düzende sabitleme yoluna gitmeseydik; geleceğimizi kahve fincanlarında, çay yapraklarında, çakıl taşlarında, kuru fasulyelerde arayıp şifayı boncuklardan, muskalardan ve uhrevi ritüellerden sormasaydık, gazetelerin gündem maddelerinden birçoğu kaleme alınmayacaktı. Zihniyle, yaşam kültürüyle bu kadar dağınık ve esrik akıllı bir topluluk olduğumuzdandır belki de, müstahaktır kabîlinden, başımıza bir padişah, bir imparator, iyisi mi bir firavun lazım.
Ufukta bir “exodus” görünmediğine göre, az laf çok iş düsturundan yola çıkıp mimari, taş işçiliği, yontmacılık gibi konularda araştırmalara girişelim derim. Zira çok yakında, yapımı nesiller boyu sürecek bir inşaatta çalışmaya başlayacak olabiliriz.
HÜR'ce
Hurafe
Hiç suçlamayın yalnızlığı! O sadece yanlış anlama kurbanı.
Sandığınızın aksine yalnızlık, mutsuzluğun sebebi değil; aksine,
yalnızlığı saçından sürükleye sürükleye, yaka paça hayatınızın orta
yerine getirip atıveren mutsuzluğun ta kendisi.
Siz bakmayın, derdini söylemeyen derman bulamaz, diyenlere. Acılı
başta akıl olmazmış. İçinizi burgu gibi oyan, kalbinizi sıkıştıran
mutsuzluk dilinizi bağlar. Acının ellerinde parçalanan ruhunuzdan
dökülen molozlar yüzünden toz duman deryasında kör olur akıl. Acizlikle
öfke arasında gidip gelmekten başı dönen zihniniz bile bıkar bu nafile
çabadan. Bırakın derdinizi anlatmayı, sözcük dağarcığınızdan eli yüzü
düzgün, aklı selimleri seçip düzgün cümle kuramaz hale gelirsiniz.Anlatmak ve anlaşılmak için çabalamayın. Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler. Anlaşılmayacak sizin de ağzınızdan dökülenler. Hem bilin ki, acılarınızın sorumlusu sizsiniz: Konuştuğunuz için, sustuğunuz için, ağladığınız için, güldüğünüz için, düşündüğünüz için, umursamadığınız için, metanetli davrandığınız için, direnciniz kırıldığı için, çabaladığınız için, ipin ucunu bıraktığınız için, kabullendiğiniz için, itiraz ettiğiniz için… İnsan olduğunuz için.
Acılarınızla başa çıkmak, sorunları çözmek, bir tatlı huzur almak, mutluluğu yakalamak umuduyla kapısına koştuğunuz arkadaşlar, dostlar, sevgililer… Siz şiddeti yüksek bu içsel depremle sarsılırken, hepsi de enkaz altında kalmaktan korkarak kaçıp giderler. Zaten başkalarını ilgilendirmez emekleriniz, çabalarınız, fedakârlıklarınız, vazgeçişleriniz. Kime ne sizin umutlarınızdan, hayallerinizden. Neye niyet etmiştiniz, nelerle yetindiniz… Her koyunun kendi bacağından asıldığı bu hayatta siz sadece misafirsiniz; anca bulduğunuzu yersiniz.
Korkmayın yalnız kalmaktan! Yol göstermek yerine, seçtiğiniz yolların, denediğiniz yöntemlerin hatalarını sayıp dökmekten başka beceri gösteremeyenlerin; anlamaya çalışmak yerine sizi kendi dertlerinden bir potpuriyle sindirenlerin; sizi “herkes”leştirerek bireyselliğini koruyanların dünyasında o bir nimettir aslında. Ne demişler, seyrek git dostuna, seni taç etsin başına.
Gelin siz beni dinleyin; bırakın yalnızlığı suçlamayı. Acılarınız içinizi kavururken yüreğinizi ferahlatan, sizi avutan, ayakta tutan tek şey, hoşnutsuzluklardan, yargılardan, beklentilerden, zorunluluklardan uzaktaki yalnızlığınızın şefkatli kolları olacaktır.
Ha, ben yalnız kalamam; ille de eş, dost, yar, yaren, aşk, meşk isterim diyorsanız eğer, sıkın dişinizi, tutun dilinizi, içinize gömün hislerinizi. Çünkü acılar konuşunca hayat susar.
HÜR'ce
21 Mart 2012 Çarşamba
Denize at!
“Ben onun için işimden gücümden ayrıldım; o beni kapının önüne
koydu…” İhsan sahibi vatandaşın bizzat kendisi yerine, bol baharata
bulanmış başka ağızlardan duyduğum bu cümleye takılmadım desem yalan.
Hatta takılmak ne kelime, resmen demir attım. Kafamın içinde yankılana
yankılana dönüyor; yetmezmiş gibi göğsümün üstüne olanca ağırlığıyla
oturmuş harlı ateş gibi kavuruyor. Yanlış adrese gönderilmiş kötü
içerikli mektup gibi. Evirip çevirip tartıyorum, sorguluyorum, anlamaya
çalışıyorum; hiçbir yere oturtamıyorum. Bana ait değil; sahibi ben
değilim. İşin tuhafı, içimde ne suçluluk, ne eziklik duygusunun
olmaması. Tam tersine, büyük bir kızgınlık var, ki biraz kurcalasam
öfkeye dönüşecek.
Gün geçmiyor ki, hammasete bulanmış fedakârlık öyküleri duymayayım. Eşinden ayrılmış, “onun için” nelerden vazgeçtiğini anlatıyor. İşinden ayrılmış, “orası için” nasıl çırpındığından dem vuruyor. Arkadaşıyla bozuşmuş, “onun yüzünden” nasıl özveride bulunduğunu haykırıyor. Bir yazıklar olsun, bir haram olsun vaveylası kopuyor ki değme gitsin. Çeteleler çıkıyor ortaya, alınıp verilenlerin listesinin üstünden tekrar tekrar geçiliyor; kazançlar kayıplar yatırılıyor masaya. “Ağır” kayıp yoksa verilmiş sadakalara şükredilip alelacele çöp kutusuna atılıveriliyor “onca zamanlık” ilişkiler. Maazallah, kayıp varsa, vur abalıya! Ağızlara sakız bir ihanet öyküsüne dönüşüyor. Pişmanlıklara bulanmış küskünlüklerden geçilmiyor ortalık.
Be insan evladı, be hanım kızım, be efendi oğlum, be teyzeciğim, be amcacığım, güzel kardeşim… Sen ki, kendini sütten çıkma ak kaşık görüyor, bulunmaz hint kumaşı sayıyor, bir kayra misali kendi incilerini sayıp döküyorsun ve “kadersizliğine” yanıyor, “arkandan bıçaklayan ellere” sayıp sövüyorsun… Haydi geç karşıma da, baştan sona anlat bakalım bana bu işin matematiğini. İnsanlığını, arkadaşlığını, dostluğunu, sevgini, saygını, hatırını nasıl formüle ettin; nasıl ölçüp biçtin. Değerini, ederini nasıl belirledin? Neye göre “iyilik” lütfettin; neye göre ihsan eyledin. Gel anlat da, ben de öğreneyim. Gerçekten rahat mı için? Aynada kendi yüzüne bakıp gülümseyebiliyor musun? Ağzında döndüre dolaştıra çiğnediğin bu sakız mideni bulandırmıyor mu? Tükürürcesine ağzından fırlayıp giden bu pişmanlık senin eserin değil mi?
Gel hiç lafı dolandırmayalım. Ne sen beni yor, ne ben seni. Boşa tüm bu tartışmalar, sen de biliyorsun. Ben derim ki: Sadece ve sadece kendi bıraktığımız izleri görmek için arkaya bakmalıyız; geçmişin bizde bıraktıklarını görmek için değil. Bakmazsan görmezsin, görmezsen düşünmezsin, düşünmezsen takılmazsın, takılmazsan korkmazsın, korkmazsan tökezlemezsin, tökezlemezsen yolunda düz gidersin, yolunda düz gidersen çevrende olan bitenleri farkedersin, çevrende olan bitenleri farkedersen güzellikleri görürsün, güzellikleri görürsen mutlu olursun, mutlu olursan hayatın tadını çıkarırsın, hayatın tadını çıkarırsan dolu dolu yaşarsın. Tamam mı ademim oğlum?
Sen şimdi bana ithaf ettiğin “öfkenâme”ni al… Kaldır bir çekmeceye. Gözünden, gönlünden ırak tut. Yıllar geçsin, üzeri tozlansın; illâ bulacaksın onu bıraktığın yerde. O zaman bir daha bakarsın ve belki bu dediklerimi daha iyi anlarsın.
HÜR’ce
8 Mart 2012 Perşembe
8 Mart...
Kadınlara ayrılmış bir gün: Dünya Kadınlar Günü.
Kadın olduğu için kutlanan ve ertesi gün unutulan, ötelenen; ataerkil düzenin sorumluluklarıyla donatılmış; yaşamı, istekleri, hayalleri için savaş veren milyonlar için takvimde tek bir sayfa...
Yeterli mi? Doğuran, doyuran, çalışan, çabalayan, koruyan kollayan, yeri geldiğinde kocasının, oğlunun yanında savaşan, inançlar uğruna canından olan, yine de hayatın her alanında karşısına çıkan dışlanmışlıkla mücadele etmek zorunda kalan, batıllarda boğulan, uğursuzluğa yorulan kadınlar için tek bir gün?
Bir kadının hayatını düşününce, yeterli değil elbet. Kundaktan oturduğu sandalyede ayaklarının yere değdigi güne kadar geçen masum çağın bedelini mezara kadar dişiyle tırnağıyla, kanıyla, sütüyle ödeyen bir kadın için 365'te bir ne ki...
Ancak bu noktada ünlü yazar, düşünür ve gazeteci Simone de Beauvoir’ın meşhur vargısı geliyor aklıma: Kadın doğulmaz, olunur.
Gücü elinde tutanların güçsüzleri “öteki taraf” olarak nitelendirdiği dünyamız düzeninde, varlığımızın değerini önce bizler idrak etmeliyiz. Ailemiz, toplumumuz, ulusumuz ve hatta yaşamın devamlılığı için ne denli önemli olduğumuzun bilincine varmalı, kadın olduğumuz için önce bizler kendimizi kutlamalıyız. Çünkü inanıyorum ki, gücümüzün farkına vardığımızda, çabalarımızı, başarılarımızı kendimiz takdir ettiğimizde; ideallerimize, hedeflerimize, hayallerimize kendimiz inandığımızda ve kendimize saygı duyduğumuzda, kutlanmak ve alkışlanmak için takvimlerin 8 Martı’ı göstermesini beklemek zorunda kalmayacağız.
Her bir günümüzün 8 Mart gibi coşkuyla ve gururla geçmesi dileğiyle, tüm kadınların Dünya Kadınlar Günü’nü içtenlikle kutlarım.
HÜR'ce
Kadın olduğu için kutlanan ve ertesi gün unutulan, ötelenen; ataerkil düzenin sorumluluklarıyla donatılmış; yaşamı, istekleri, hayalleri için savaş veren milyonlar için takvimde tek bir sayfa...
Yeterli mi? Doğuran, doyuran, çalışan, çabalayan, koruyan kollayan, yeri geldiğinde kocasının, oğlunun yanında savaşan, inançlar uğruna canından olan, yine de hayatın her alanında karşısına çıkan dışlanmışlıkla mücadele etmek zorunda kalan, batıllarda boğulan, uğursuzluğa yorulan kadınlar için tek bir gün?
Bir kadının hayatını düşününce, yeterli değil elbet. Kundaktan oturduğu sandalyede ayaklarının yere değdigi güne kadar geçen masum çağın bedelini mezara kadar dişiyle tırnağıyla, kanıyla, sütüyle ödeyen bir kadın için 365'te bir ne ki...
Ancak bu noktada ünlü yazar, düşünür ve gazeteci Simone de Beauvoir’ın meşhur vargısı geliyor aklıma: Kadın doğulmaz, olunur.
Gücü elinde tutanların güçsüzleri “öteki taraf” olarak nitelendirdiği dünyamız düzeninde, varlığımızın değerini önce bizler idrak etmeliyiz. Ailemiz, toplumumuz, ulusumuz ve hatta yaşamın devamlılığı için ne denli önemli olduğumuzun bilincine varmalı, kadın olduğumuz için önce bizler kendimizi kutlamalıyız. Çünkü inanıyorum ki, gücümüzün farkına vardığımızda, çabalarımızı, başarılarımızı kendimiz takdir ettiğimizde; ideallerimize, hedeflerimize, hayallerimize kendimiz inandığımızda ve kendimize saygı duyduğumuzda, kutlanmak ve alkışlanmak için takvimlerin 8 Martı’ı göstermesini beklemek zorunda kalmayacağız.
Her bir günümüzün 8 Mart gibi coşkuyla ve gururla geçmesi dileğiyle, tüm kadınların Dünya Kadınlar Günü’nü içtenlikle kutlarım.
HÜR'ce
1 Mart 2012 Perşembe
Zarar, ziyan...
Bazı insanların yaşamaları üzücüdür. Zekâ, yetenek, saflık, dürüstlük, onur, azim israfıdır. Ruh müsrifliğidir.
Düşler diyarında müebbet gezinti mahkumudur onlar. Hayalleriyle, becerileriyle, sebatlarıyla alay eden hayat onları yerden yere vurur. Çırpınmak, ayakta kalmak için durmadan, dinlenmeden uğraş vermek, ne ruhlarını, ne bedenlerini beslemeye asla yetmeyecek kırıntılarla mutlu olmaya çalışmaktır onların kaderi. Acıları dilsiz, umutları kör, çabaları kötürümdür.
Şans, zihinlerinin onları götürebileceği en ırak diyarlardan bile uzaktır onlara. Neye ellerini atsalar kurur. Dürüst oldukları için dışlanır, çalışkan oldukları için kıskanılır, iyi niyetli oldukları için horlanırlar. Zekâlarını, yeteneklerini, azimlerini, sadakatlerini ortaya koyduklarında çakalların sofrasına meze olurlar. Derin bir yalnızlıkla kader arkadaşlığı yaptıkları hayatları en ucuz romandan bile beter talihsizliklerle örülüdür. Onlar, hoyrat bir yazarın kaleminden dökülmüş bir oyunun çilekeş aktörleridir.
Pençeleşmiş tırnaklarıyla tutunmaya çalıştıkları hayatın onlara verdiği tek ödül, onları tanıyanların insanlıklarına düzdükleri kuru övgülerdir. Ayandır ki, onlara güvenilir. Sırları, günahları, hataları taşırlar mühürlü zihinlerinde. Bellidir ki, onlar kara gün dostudur. Hastalıkta, yoklukta, çalınacak kapının ardındadırlar. Aşikârdır ki, onlar bilgedir. Çıkmaz sokaklara düşenlerin yol göstericisi, yeni ufuklara yelken açmak isteyenlerin kılavuzu, kayıpların bulucusu, yanıkların merhemidirler.
Ağlayacak omuzları, seslerini işiten kulakları, göz yaşlarını silecek elleri, sığınacakları kucakları yoktur. Başkalarının üzüntülerine arkasını dönen, gününü gün etmekten başka emeli olmayan, gemisini yürüten kaptanların fazla dramatik, dolayısıyla da sıkıcı bulup tahammül göstermediği, esirgediği dostluğu, şefkati, merhameti, desteği, neşeyi kendi içlerinde çoğalarak yaşayanlardır onlar; yalnızdırlar.
Eğer onlardan birini bile tanıma şansınız olduysa, siz de kabul edersiniz ki, o insanların yaşamaları üzücüdür. Zekâ, yetenek, saflık, dürüstlük, onur, azim israfıdır. Ruh müsrifliğidir. Milyonlarca insanın yağla balla yoğurulduğu cömert dünyada onların varlığı zarardır, ziyandır... Yazıktır.
HÜR'ce
Düşler diyarında müebbet gezinti mahkumudur onlar. Hayalleriyle, becerileriyle, sebatlarıyla alay eden hayat onları yerden yere vurur. Çırpınmak, ayakta kalmak için durmadan, dinlenmeden uğraş vermek, ne ruhlarını, ne bedenlerini beslemeye asla yetmeyecek kırıntılarla mutlu olmaya çalışmaktır onların kaderi. Acıları dilsiz, umutları kör, çabaları kötürümdür.
Şans, zihinlerinin onları götürebileceği en ırak diyarlardan bile uzaktır onlara. Neye ellerini atsalar kurur. Dürüst oldukları için dışlanır, çalışkan oldukları için kıskanılır, iyi niyetli oldukları için horlanırlar. Zekâlarını, yeteneklerini, azimlerini, sadakatlerini ortaya koyduklarında çakalların sofrasına meze olurlar. Derin bir yalnızlıkla kader arkadaşlığı yaptıkları hayatları en ucuz romandan bile beter talihsizliklerle örülüdür. Onlar, hoyrat bir yazarın kaleminden dökülmüş bir oyunun çilekeş aktörleridir.
Pençeleşmiş tırnaklarıyla tutunmaya çalıştıkları hayatın onlara verdiği tek ödül, onları tanıyanların insanlıklarına düzdükleri kuru övgülerdir. Ayandır ki, onlara güvenilir. Sırları, günahları, hataları taşırlar mühürlü zihinlerinde. Bellidir ki, onlar kara gün dostudur. Hastalıkta, yoklukta, çalınacak kapının ardındadırlar. Aşikârdır ki, onlar bilgedir. Çıkmaz sokaklara düşenlerin yol göstericisi, yeni ufuklara yelken açmak isteyenlerin kılavuzu, kayıpların bulucusu, yanıkların merhemidirler.
Ağlayacak omuzları, seslerini işiten kulakları, göz yaşlarını silecek elleri, sığınacakları kucakları yoktur. Başkalarının üzüntülerine arkasını dönen, gününü gün etmekten başka emeli olmayan, gemisini yürüten kaptanların fazla dramatik, dolayısıyla da sıkıcı bulup tahammül göstermediği, esirgediği dostluğu, şefkati, merhameti, desteği, neşeyi kendi içlerinde çoğalarak yaşayanlardır onlar; yalnızdırlar.
Eğer onlardan birini bile tanıma şansınız olduysa, siz de kabul edersiniz ki, o insanların yaşamaları üzücüdür. Zekâ, yetenek, saflık, dürüstlük, onur, azim israfıdır. Ruh müsrifliğidir. Milyonlarca insanın yağla balla yoğurulduğu cömert dünyada onların varlığı zarardır, ziyandır... Yazıktır.
HÜR'ce
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)