22 Kasım 2010 Pazartesi

Takıntı

Trafik yoğun; İstanbul’da sıradan bir kış sabahı yani. Trafik ışıkları kendine kendine yeşili ve kırmızıyı sayarken, kimse cengaverlik edip yağmura çıkmıyor. Kutu kadar minibüsün içinde, yaklaşık 20 kişi, kuzu kuzu bekleşiyoruz.

Cam kenarında oturuyor olmaktan memnun, soba önü kedisi gibi kısık gözlerimle etrafı izliyorum. Trafik ışıkları yayalara durmasını söylüyor. Bakışlarım sayaca yapıştı kaldı. 60... 59... 58... Yanımda oturan iki kadının konuşmalarına dalıyorum. Ev sahibinin garipliğini anlatıyor. (Kiminki normal ki?) 43... 42... 41... Ama bu kadınınki gerçekten incelemeye değer bir vaka gibi duruyor. Adam her sabah evden çıkarken kapısını kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyor, tekrar kilitliyor, tekrar açıyor, içeri giriyor, etrafa bakıyormuş. Adamın bunu kaç kere yaptığını saymaya tahammül eden olmamış ki, elde veri yok. İşin kötü yanı aynı şeyi apartmandan çıkarken de yapıyormuş. Bu yüzden tüm apartman ahalisi, onunla karşılaşmamak için evden çıkış saatini ona göre ayarlamış. Adamın gariplikleri bununla da sınırlı değilmiş. 22... 21... 20... Yaz-kış eldiven takıyor; yerdeki çizgi, yarık, pütürük ne varsa, onlara basmamak için hoplaya zıplaya yürüyormuş. 0... 1... 2... “Gördüğümde tüylerim diken diken oluyor valla.” diye bitiriyor evsahibi Garabet Bey ile ilgili hikâyesini. Yanındaki kadın ise daha merhametli çıkıyor ve “Ay yazık beee” diyerek konunun üstüne merhem sürüyor.

Minibüs yoğun trafikte ayak ayak ilerlemeye çalışırken vicdanım onun mırıldayan sesine kulak kabartıyor. Kendime bir göz atıyorum. Sabah kapıyı çekip çıktıktan sonrası umurumda değil. Anahtarım, cüzdanım, kimliğim, sağlık sigortası kartım, sağlık bilgilerimin, doktorlarımın ve acil durumlarda aranacakların yazılı olduğu acil durum kartım, telefonum, şarj aletim, kapıcının, temizlikçinin, bakkalın, sucunun, elektrikçinin, tesisatçının, çilingirin, veterinerin telefon numaraları, ıslak ve kuru mendillerim, antibakteriyel jellerim, yara bantlarım, törpüm, mini dikiş setim, el kremim, rujum, ihtiyaten taşıdığım ve içinde ağrı kesici, göz damlası, vitamin, ped bulunan mini ilaç çantam, kitabım, defterim, kalemim, usb belleklerim her daim yanımda nasılsa. Onlar olmadan adım atmam hiçbir yere.

Yok yok... Düşünüyorum da, şükrediyorum halime. Aklım tamamiyle başımda, sağlığım mükemmelen yerinde, elim ayağım tutuyor, işim gücüm var. En önemlisi, elimi kolumu bağlayan takıntılarım yok. 16... 17... 18... A, valla çok şükür. Sağlığım yerinde, elim ayağım tutuyor, aklım başımda, en önemlisi, takıntılarım yok. 19... 20... 21...

Hürrem Görgün
Esprimax Dergisi, Kasım 2010
Histolojik Terennüm

21 Kasım 2010 Pazar

Kirâmen Kâtibîn

Soldaki hafaza sağdakine göz kırpıyor. Sağdaki ona omuz silkiyor. İkisinin de tüm dikkati bende. Yazılacak ya haneme, kalem hazır bekliyor kağıt üstünde. Zihnime kim bilir kimlerce mıhlanmış olan “kime göre-neye göre doğru”ya ulaşma çabasıyla cebelleşiyorum. İçimdeki birbirine saldıran duygular arasında çiçeği burnunda hakim gibi soğuk terler döküyorum. Ne yana baksam, kendince haklı çığlıklar duyuyorum. Kalemi kırasım var ama ne mümkün. Omuzlarımda bir ağırlık, umutsuzca şimşek çakmasını bekliyorum.

Dün, kurumuş yapraklar gibi, onu savuracak rüzgârı bekleyerek salınıyor hafızamın dallarında. Tam, düştü, kurtuldum diyecekken bakıyorum, çıkmadık canın umuduyla yapışıveriyor olduğu yere. Bugün, panayır yeri gibi, uyumsuzca rengârenk, baş döndürecek kadar karmançorman. Yarın, iğne deliğinden süzülmeye çalışan bir ışık huzmesinde alay ediyor benimle; belirsizliğin karanlık koridorlarında, göz gözü görmüyor. İçimdeki sesler susmuyor. Kalemin sabırsız tıkırtısı tedirginlik yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Seçenekler önümde iğne oyası gibi kendine binlerce ilmekte yol açarak yürüyor; benim tek bir adıma cesaretim yok.

Cana geleceğine mala gelsin, denir sonra da mal canın yongasıdır diyerek tükürülen o dev lokma büyük bir yüzsüzlükle yalanıp yutulur. Her seçim bir vazgeçişken, öldürülen körler cenazede badem gözlü oluverir. Hafazalar yetmezmiş gibi bir de “yaptıklarınızın sorumluluğu” Demokles’in kılıcı gibi tepenize yerleşir; beliniz biraz daha bükülür. Madem hiçbir şey tesadüf değil, madem yürüyeceğim yol çizilmiş önceden, neden boza tenceresi inmiyor ensemden?

Şimdi ruhum gibi kafam da karmakarışık. Biraz çocuk, umarsız ve şımarık. Biraz kadın, olgun ve yorgun. Biraz kedi, uyuşuk ve sırnaşık. Biraz kaplan, yaralı ve kavgacı. Hayat böyle fıtık ediyor insanı.

Soldaki hafaza niyetimin farkında; sağdaki duraksayışımın. Soldaki yazdı yazacak gidişimi; sağdaki biliyor kör sadakatimi. Sırra kadem basmak istiyorum; ne iş ne güç umurumda. Ne vatanım var, ne kökümü kucaklayan ocağım. Ne sevdiğim kaldı, ne saydığım. Ne attığım temeller duruyor, ne ellerimle taşlarını dizdiğim binalarım. Tarumar edildi tüm inandıklarım. Beyhude yakalamışım saçlarını baharın. Gülüyorum kendime, yıkılmadım ayaktayım.

Yazın hafazalarım, işte size kararım: Azli vaciptir davalının. Kimse sordu mu bugüne kadar nasıl yaşadım, neye açtım, hangi vaatlere kandım; bundan böyle ben de gözüme gönlüme göre yaşayacağım. Yazın siz, kendi bildiğiniz gibi yazın. Koyun terazinize, her bir nefesimi tartın. İster tembel deyin, ister cevval; ister hain, ister isyankar; ister arsız, ister bahtsız... Ne farkeder gerçekte ne ya da kim olduğum; insanlar neyi görmek istiyorsa oyum, o kadarım. Şuncacık yolum kaldı zaten, bundan sonrasını ben ama kör, ama topal, yine tek başıma aşarım. Kim ne derse desin, ekmeğimi taştan çıkarırım, aşkımı kendim yaratırım, gemileri yakar yenilerini yaparım. A, yettiniz artık, sizinle mi uğraşacağım!

HÜR’ce

20 Ağustos 2010 Cuma

Mini-malist yaklaşım...

- Ne yani, mini etek giymeyelim mi?

20’li yaşların ateşli “her şeyle savaşırım”cılığını 30’ların “dur bir anlayalım meseleyi” olgunluğuna bağlamak üzere olan arkadaşım, masanın üzerinden atlamaya hazırlanırcasına eğildi. Tepesi atmış arkadaşımın gazını alacak bir cümle kurmaya çalışırken yemekleri getiren garsona minnetle bakıyorum. Memnuniyetim kısa ömürlü zira arkadaşım pes etmeye niyetli değil. Mini eteğe sıkıca yapışmış, üstüme geliyor. Yaklaşık bir saattir şikayetlerini dinliyorum oysa. Toplantıya gitmiş, adam sürekli bacaklarını “dikizlemiş”. Normalde işi satarmış ama onuruna dokunmuş...
Eh, benden günah gitti!

- Bana söyler misin, bir kadın niye mini etek giyer?
- Güzel göründüğü için.
- Peki güzel görünmek için mini etek giyip, güzel bulunmaktan niye şikayet eder?
- Peki erkekler niye güzel kadına yiyecek gibi bakar?
- Peki erkeklerin yiyecek gibi baktıklarını bile bile miniler giyinip niye bundan yakınılır?
- Peki sen neden mini eteğe karşısın?
- Ben mini eteğe karşı değilim...
- Giymediğine ve bu kadar eleştirdiğine göre karşısın.
- Giymeyi tercih etmiyorum çünkü külodumun içine arı kaçmış gibi sürekli kıpır kıpır duruşumu, oturuşumu kontrol etmekten hoşlanmıyorum. Oram göründü mü? Buram açıldı mı? Yan oturursam ne anlam çıkarırlar, düz oturursam ne mesaj vermiş olurum gibi saçmalıklarla ne zihnimi yormak istiyorum, ne kendimi kasmak. Benimkisi tembellik yani.
- Giyenlerle derdin ne?
- Giyenlerle değil, giyip şikayet edenlerle derdim var.
- ...
- Bak şekerim, eğri oturalım, doğru konuşalım. Mini eteğe karşı değilim. Taş gibi vücudun varsa, yani günümüz moda sektörünün pompaladığı üzere selülitsiz uzun bacakların, düz bir karnın, dik göğüslerin varsa ve kendine yakıştırıyorsan, kendini iyi hissediyorsan istediğini giy, bana ne? Ama kimse bana aksini iddia etmesin; o bakışların anlamını bütün kadınlar bilir. Göz göze gelene kadar baştan aşağı süzülmeyi sabırla beklersin. Ya iş başvurusuna gitmişsindir, ya iş satmaya. Tek amacın ya kendini tanıtmaktır, ya firmanı, ya çalışmalarını... Hiç farketmez. Tecrüben, yaptığın işin kalitesi, yeteneklerin fiziğinin fersahlarca gerisinden gelir. Oturduğu yerle düşünen ve o doğrultuda davranan erkeklerin hükmettiği bir toplumda yaşıyorsun. Güzelliğinin, hatta bazılarının dediği gibi “servetinin” farkındasın ve sergilemekten kaçınmıyorsun. Sonra da uzaydan gelmişçesine şaşkın ve bezgin bir ifadeyle “erkekler!” diye söyleniyorsun. İşte bunu anlamıyorum. Yolda yürürken omuz atarlar; yanından geçerken türkü çığırırlar; erkekliklerini sergilemek adına ne biliyorsa kaçınmazlar. Şimdi şikayetin anlamı ne, onu bana anlat.
- Bu haksızlık, biliyorsun değil mi?
Tahmin edeceğiniz üzere konuşma hiçbir yere varmadı. Çalışan eril dünyaya bir homurtu daha katıldı o kadar.

Elbette haksızlık. Ortaokulda sınıfından bir erkek arkadaşıyla konuştu diye bir babanın kızını okuldan alması haksızlık. Bir kadının, doktor karısı çalışır mıymış, diyen kocası yüzünden spikerlikten vazgeçmesi haksızlık. “Öyle tahrik edici görünüyorsun ki, şu gömleğini yırtmak geliyor içimden” diye gevrek gevrek sırıtan patronunun suratına tokadı yapıştıramamak haksızlık. Aylarca üzerinde çalıştığı projeyi sunması için kendisine akşam yemeğine randevu verilen kızın işi iptal etmek zorunda kalması haksızlık. O kadar çok haksızlık var ki... Saymakla bitmiyor.

Sorun da bu zaten. Kadınlar haksızlık diyor, yaşamaya devam ediyor. Ve ben bir kadın olarak kendi cinsimi suçluyorum: Bu haksızlığı yaratan kadınların ta kendisi! Suçladığımız, kızdığımız, korktuğumuz tüm o erkekler kadınların eseri. Listeye bir göz atalım isterseniz:
Kocasının soyadını devam ettirmek için oğlan doğurunca başı göğe eren kadınlar. Oğluna kıyamayıp evde tüm işleri kızına yaptıran kadınlar.
Rahat, paralı ve huzurlu bir yaşam adına, anlamını, felsefesini, “sebebini” umursamadan, daracık kot pantalon üzerine türban takmayı kabul eden kadınlar.
Kendi kaynanasından çektiklerinin üzerine helalinden bin misli koyup “elin kızına” zevkle eziyet eden kadınlar.
Kısa boyluysa uzunlara, şişmansa zayıflara, esmerse sarışınlara, bekârsa evlilere, okumamışsa eğitimlilere, işsizse çalışanlara, tembelse çalışkanlara çemkiren kadınlar.
Doğdukları için sevinilmemiş, dolayısıyla da sevilmemiş, takdir edilmemiş, desteklenmemiş, bastırılmış, örtülmüş, gizlenmiş, sinmiş kadınlar.
Şikayet ettikleri eril dünyanın kurallarını yıkmak yerine, ortamı kabullenip kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan kadınlar.
“Kısa”sa kısa yapmadan, sırlara, yalanlara, entrikalara bulanmış kadınlar...

Şimdi söyler misiniz bana, kadınlar neden şikayet ediyorlar?

Hür'ce

Suskunluk

Önce birileriyle konuşmak istedim. Kana kana anlatmak; her şeyi, her düşündüğümü, her hissettiğimi... Telefon rehberimde gezindim. Anılarıma bakındım. Sonra istemediğimi farkettim. Konuşacak bir şey yoktu aslında. Sıradan bir hikayeydi benimkisi. Her gün milyonlarca insanın yaşadığından farklı hiçbir yanı yoktu. Hatta birçoklarına göre şanslı bile sayılabilirdim. Anlatacak bir şeyim olmadığını gördüm. Sustum.

Hangisi beni daha çok üzdü bilemiyorum; yalnızlık duygusu mu, yaşananların sıradanlığı mı? Sanırım ikincisi canımı daha çok acıttı. Özel olma arzusunun, haklı bulunma ihtiyacının bu denli baskın çıkması, onur kırıcı geldi. Kirlenmiş hissettim kendimi. Sustum.

Kılcal damarlar gibi hayatın yolu. Ne yöne sapsan karşına seçenekler çıkıyor. Tanrının adaleti bu olsa gerek; seçeneklerin her birinde kazanımların da var, kayıpların da. Muhasebesini iyi yapmak gerekiyor. Öngörülü, iyi bir yatırımcı olmak, doğru yolu seçebilmek lazım. Hangi yola oynarsan, kazanacaklarını ve kaybedeceklerini iyi hesap etmeli, ruhsal bütçeni iyi hazırlamalısın.

Bunu yapıp yapamadığımdan emin değilim. İnanıyorum ki, kesinlikle doğru istikameti seçtiğimi bilsem kayıpları asla umursamazdım. Bu beni kötü mü yapar bilemiyorum, ama akıllı kılacağı kesin. Ve ben kendimi aptal, şaşkın ve sarsak hissediyorum. Bu yüzden sustum.

İnsan kaybedeceğime para kaybederim, diyen şövalyeler var; kurtlar sofrasının baş köşesi onların. Günlük hayatın kaymağından bıkıp Ferrari’sini satanlar var; adı bilgeye çıktı. Kapılar açılıyor "zamanın ruhu"nu yakalamak isteyenlere; geçitlerin başını tutanlar faniden yükünü almışlar da toprağa bakarken açılmış zihinleri.

Peki ben, neleri kaybetmeyi göze aldım? Hırslarım olmuş muydu, yoksa kimselerle yarışmayacak kadar tembel miydim? Armut ağacını aç gözlerle izlenlenlerden miydim; toprağı eşeleyerek kendine can katanlardan mı? İnsan kırk yaşında, ne kime ve neye göre doğru diye soruyorsa, aklından şüphe etmek gerekir. Çünkü çocuksu inatla “niye” diye sorarken sapağı kaçırmıştır. Ve belki de aklını...

Belki de doğru soru, kaybedecek neyim olduğudur. Kişiliğimin kataloğuna bakıyorum: Meraklıyım. Öğrenmeye hevesli, bilgiye açım. Yeni şeyler denemek, yeni insanlar tanımak, farklı dünyalarda, farklı hayatlarda gezinmekten keyif alan bir ruhoburum. Beş parmağın beşi de ayrı deyip, farklı hikayelere burnumu sokmadan duramıyorum. İnsanı bulmuşum.

Huysuzluklarıma, açlığıma, merakıma, çocuksuluğuma, çalkantılarıma, şahlanışlarıma, köşeme çekilişlerime, kendime ettiğim eziyetleri izlemek zorunda kalmasına rağmen beni inatla sevmeye devam eden; bana güvenen, gözümün içine bakan, beni yitirmekten korkan bir hayat arkadaşım var. Beni dürüst, düşünceli, ilkeli, sevgi dolu, şefkatli, vefalı bulan tanıdıklarım var. Bana danışanlar, beni özleyenler, benim için kaygılananlar, bana güvenenler, yokluğumu hissedenler var. Kimileri eğlenceli diyor; kimileri neşeli. Bazısı deli diyor; bazısı da coşkulu. Ayakları yere sağlam basar diye anlatanlar var; aklı bir karış havada diye söylenenler de. Üç tane dört ayaklım var ki, onlar zaten sadakatleriyle başlı başına ayrı hikaye. Her girenin, yaşanmışlık ve huzur kokuyor dediği yuvamı unutmayalım. Yeküne bakınca, demek ki, sevgiyi ve saygıyı bulmuşum.

Beynimin aksine, her şeyiyle normal işleyen, ona ettiğim türlü zulme karşılık kendinden çok büyük ödünler vermeyen, beni sıkı sıkıya hayata bağlayan, ne kadar zorlasam da direnen bir bedenim var. Hangi tahlili yaparsan yap, “normal” değerler arasındayım. Yüzümde lekeler, gözümde dökülen kirpikler, cildimde çıbanlarla bana haykırıyor ama süründürmeyecek kadar nazik. Belki bedelini ağır ödeyeceğim ama en azından şimdilik, sağlığı bulmuşum.

Hınzır bir zihnim var. Bence her şeyin komik bir yanı mevcut. Elimde değil, karikatür benim için yaşam ve insanın halleri. Gülmeden edemiyorum. Gülmeyi de güldürmeyi de seviyorum. Karşımda kahkaha attırdığım biri varsa, değmeyin keyfime. Neşeyi bulmuşum.

Adalet duygum var. Ben tokken yanımdakinin açlığıyla dağlanan yüreğim; eziyete haykıran sesim, eşitsizliği ve mantıksızlığı kınayan kalemim, kendi yapamayacaklarımı başkasından beklemeyen sağduyumla “Hak”kı bulmuşum.

Eksiklerime bakıyorum: Başarı ve para çıkıyor karşıma.

Okulda iyiydim. Çalışır, notumu alır, sınıfımı geçerdim. Takdir falan almışlığım var. Hele üniversitede, bana “zengin piçi” diyen hikayemden bihaber hocama inat, atıldığım bölüme tekrar girip başarıyla mezun olmuşluğum söz konusu.

İşimde ise takdir aldım ama “bir yere” gelemedim. Belki o “bir yerin” neresi olduğunu çözemediğimdendir. İşimi sevdim. İş arkadaşlarımı sevdim. Müşterileri sevdim. Talepleri sevdim. İmkansızı sevdim. Dar bütçeleri sevdim. Yaratmayı ve onun sancısını sevdim. Zorluğu sevdim. Tırmanmayı sevdim. Aşmayı sevdim. Ulaşmayı sevdim. Yenmeyi sevdim.

Hiçbiri tarafından sevilmedim.

Şimdi mecburen susuyorum.

Hür’ce 2010

1 Haziran 2010 Salı

Milliyetçi değildim bir zamanlar

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Öyleyim dersem, yalan. Kim bilir, belki de damarlarıma yeterince işlenmedi. Bir Fransızın yaptığı gibi, nereye gidersem gideyim, insanlar beni anlamak zorundaymış gibi anadilimi konuşmadım. Ya da Türkçe herkesçe anlaşılan bir dil olmak zorundaymış rahatlığıyla davranamadım. Kendi vatanımda bile canhıraş bir çabayla, İngilizce’nin beline kazma vurmak pahasına iletişim kurmaya çalıştım yabancılarla. Gün geldi, Fransızca bilmek bile ayrıcalık oldu da, Türkçe hep ayaklarımın dibinde sürünerek beni takip etti. Yurdumun bünyesinden kültür taşan necip insanı, şu konuda kaygılarım var, demek yerine “concerne”üm var demeye yatkın ya, ağzımı açıp da yahu yok mu bunun Türkçesi, demedim.

Milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Bayramlar kutlanır, bayrağım dolabımda ütülü, katlı durur; çıkarıp asmam. Bir tanesi balkonumun kenarındadır, o kadar. Hani şu, hapşırsan sokaklara dökülenlerden değilim. Birileri bir şeyleri kınar, insanlar sokaklara dökülür, protestolar yapılır; ben sessizliğimi korurum. Yoktur söyleyecek sözüm. Sadece şaşarım, yurdumunki dışında bayrakların salınmasına.

Demek ki, gerçekten de milliyetçi olmadım hiçbir zaman. Ben, musevi, ermeni, rum, laz, roman, kürt diye ayırmadan, birlikte yaşadığım tüm komşularımla, birlikte büyüdüğüm okuldaşlarımla, birlikte mesai tükettiğim iş arkadaşlarımla dost yaşamışım; dost geçinmişim. Onların bayramları benim olmuş; benim bayramım da onların. Onların sevinci ya da hüznünü, doğumunu veya cenazesini sahiplenmişim; onlar da benimkini. Bir gün birileri çıkıp “açılım”, diyene kadar ben, kapalı olduğumuzu hiç farketmemişim.

Oysa şimdi, birileri damarıma basıyor. Bir baba, kimseyi kendime güldürmeyeceğim, oğlumu şehit verdim ama ağlamayacağım, derken benim içim acıyor. Çünkü biliyorum: Hiç tanımadığın bir insanın, kendi istekleri doğrultusunda, muhtemelen de bir hiç uğruna, senden bir can koparmasının ne kadar akıllara zarar olduğunu biliyorum; yaşadım. Biri paranı ister; biri malını, biri namusunu, biri toprağını... Ne farkeder ki? Kendinde hak görenlerin, senin rızan dışında senden söküp aldıkları her şey canını yakar.

Bir yanda PKK; bir yanda ASALA; bir diğer yanda İsrail... Gündeme bak! Peki ne yapmalı? BM tü kaka, desin; ABD kıvrılmış gazeteyi yere vurup “bad boy” diye azarlasın; Arap camiası da, fesüphanallah, diye noktalasın. Bunu mu beklemeli?

Osmanlı arşivlerine sığınabiliriz. Atatürk’ün arkasına saklanabiliriz. Eurovision’da İngilizce parçalarla derecelere girdik diye koltuklarımız kabarabilir. Ama acizliğimizden kaçamayız. Kendimizle yüzleşmemiz gerek. Kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı kabul edip, kendimizle barışmamız lazım. Yüzümüzü batıya ya da doğuya değil, geleceğe çevirip kendimiz için neler yapabiliyoruz, ona bakmamız lazım.

Ama anladım ki, ABD’ye sormak, BM’den istemek, AB’ye yılışmak, Ortadoğu’ya Fatiha okuyup üflemek daha kolay. Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünyada, iki koltuk, bir gemi uğruna doğmamış çocukları satmak daha kolay. Ağlayan anaların, susan babaların, aç ihtiyarların gözlerinin içine bakıp yalan söylemek de.

Şimdi milliyetçiyim. Kendi halkımı düşündüğüm için. Komşumun çocuğunun geleceği beni kaygılandırdığı için. Şehitlerimin ağıtları kulaklarımda çınladığı için. Çocukluk arkadaşımın dini yüzünden yargılanmasına seyirci kalamadığım için. Atatürk’ün arkasına saklanamadığım için. Bayrağıma sırt çeviremediğim için. Artık milliyetçiyim. ÖNCE VATAN diyorum. Türkçe, diyorum. Türkiye, diyorum. Cumhuriyet, diyorum. Benim toprağım, benim insanım, benim evladım, diyorum.

Ben bir zamanlar milliyetçi değildim. Kimin nereden geldiği, dili, dini, ırkı umurumda olmazdı. Türküm, Anadoluluyum, derdim. Bıçak kemiğe dayandı ve gururla Türküm diyen herkes, burası benim vatanım diyenler, hepsi dostum. Birlikteliğimizi yıkmak isteyenlerse... Anlayacağınız, hizmet ettiklerinizin dilinden konuşayım: If there’s a fight, then I’ll be there!
Hür'ce!

15 Şubat 2010 Pazartesi

Mucize

- Anne bunun içinde bir şey kıpırdıyor.
- Ne? Nasıl? Ne kıpırdıyor? Dur bakayım...
- Anne bu ne?
Nehir, kimden aldığını bilemediğim kızıl lülelerinin altından ışıldayan gri gözlerini kocaman açmış, korkuyla dehşet arasında gidip gelen bir ifadeyle elindeki şeftaliye bakıyordu. Irmak ise, konu onu çok fazla heyecanlandırmamış olmasına rağmen ikizlere özgü sadakatle kardeşinin yanında durmuş konuyu nasıl çözeceğimi merak eder bakışlarını bana yöneltmişti. Nehir’in elindeki şeftalide bir kurt, rahatının bozulmasından şikayetçi bir tavırla kıvranmaktaydı.
- Mucize tatlım.
- Mucize mi? O ne?
Nereden bilsin çocuk? Hormonların hakim olduğu bir dünyaya geldi. Kurtlu meyve mi kaldı ki... Her yerde organik çığırtkanları kol gezerken; yıllardır en korktuğum şey olduğu için tek bir meyvede bile kurda rastlamamamış olmanın tekno mutluluğunu yaşarken, evimin mutfağına düşen bu doğal piyangoyu nasıl açıklayabilirim ki?
Anneliğimin beşinci yılında, tüm insanlığın tarihçesini özetleyerek çocuklarıma dünyanın akibetini anlatmam için beni zorlayan kurt, utanmadan şikayet halinde şeftalinin çekirdeğini tavaf etme halinde. İçimden yükselen tiksinti duygusuyla başa çıkmaya çalışarak şeftaliyi kızımın minik ellerinden alıp tabağın içine koyuyorum. Bundan otuz yıl önce kurtlu meyveleri çığlıklar eşliğinde çöpe fırlatmaya alışmış bünyemi dizginleyerek ikizlerime bu farklı organizmayı anlatmak zorunda kalışıma isyan etmekteyim. Besin zinciri, insanlık tarihi, nüfus artışı, besin ihtiyacı, hızlı büyüme hormonları, genetiği değiştirilmiş besinler ve çocuklarım arasında bir köprü kurmakla yükümlüyüm.
Bana göre ebeveynliğin en zorlu yanı, bölünen gece uykularından ziyade aklı selim açıklamalar yaparak körpecik zihinleri şekillendirmeden yönlendirebilmek. Şekillendirmeden diyorum çünkü benim küçük kopyalarım olmalarını istemiyorum. Benim ne istediğimin hiçbir önemi yok şu anda. Hızlıca düşünüp meraklı gözleri doyuracak tatminkar yanıtı bulmam gerek. Irmak uzayıp giden sessizlikten sıkılıyor.
- O bir kurt.
- Hayır, kurtlar böyle olmaz. Onların ayakları var.
- Hayır aptal, öyle değil.
- Kardeşinle konuşmalarına dikkat et lütfen.
- Anlamıyor anne.
Zaman kazanmaktan son derece memnunum.
- Farklı bir şekilde anlatmayı dene o zaman. Karşındaki seni anlamamışsa, belki sorun sendedir, sen anlatamamış olabilir misin?
Irmak, benim sabırsız ve pratik yanım, küçük burnunu kırıştırarak hoşnutsuzluğunu ortaya koyuyor. Küçük ciğerlerine derin bir nefes çekiyor ve lütfunu takdir etmemizi bekleyen bir edayla bizi süzüyor.
- O da bir hayvan ama kemikleri yok.
- Niye kemikleri yok?
- Senin niye kanatların yok?
- Niye şeftalimin içinde?
- Yiyor.
- Neden benim şeftalimi yiyor?
- Çünkü senden önce görmüş.
Buyrun işte, huzurlarınızda “Kısayol” Irmak. Kendisi anladığı anda olay bitmiştir. Gerisi sadece zaman ve enerji kaybı. Ama “Sağlamcı” Nehir kolay tatmin olmuş değil. Ona her konuyu toz ve gaz bulutundan başlayıp, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatmak gerekiyor. Çocuğun yapısı bu; anlamadan, aklına yatmadan, mantık çizgisini kurmadan hiçbir yanıtı kabul etmiyor. İkisinin konuşmalarından çıkarılacak ders çok zira bu iki minyatür insan, homosapiens türünün en temel özelliklerini barındırdıkları zihinleriyle nereden gelip nereye gittiğimizin en yalın gösterisini sergiliyorlar. Biri doğayla uyum içinde yaşamaya programlı, genlerinde evrenin sırları kazılı yanımızı temsil ederken; diğeri önüne geçilmez ilerleyişimizden sorumlu meraklı, araştırmacı yanımızı simgeliyor. Biri, DNA arşivindeki bilgilere ulaşmanın yolunu bulmuş, sorgulamaya ihtiyaç duymayan; diğeri ise kulaklarını dış dünyaya açmış, gördüklerinden yetinmeyen, sürekli arayan, anlamaya, “dahasına” ulaşmaya çalışan. Bense, tam arada kalmış, günlük hayatın akıntısında kulaç atan “yetişkin”.
Birçok ebeveyne sorsanız, çocuklarını ne kadar çok sevdiklerinden, özellikle konuşmaya, yani iletişim kurmaya başladıkları andan itibaren bu sevginin ne kadar büyüdüğünden falan söz ederler. Benim içinse çocuklarım gerçek bir hayat ve insanlık dersi. Unuttuklarım, sildiklerim, gözden kaçırdıklarım, görmezden geldiklerimle hayatın her ayrıntısını gözüme sokan küçük piyadeler. Çocukları hep üzerine kayıt yapılacak boş plaklar olarak görürüz; kendimizce en doğru şarkıları kazımaya çalışırız korumacı ve planlamacı içgüdü iğnemizle. Hayatın her alanında “başarılı” olmalarıdır tek hedefimiz. Öğreticiyizdir, koruyucuyuzdur, şekillendiriciyizdir. Nitekim onlar bizim eserlerimizdir. Toprağa attığımız, suladığımız, dibini çapaladığımız, zararlılardan korumak için ilaçladığımız tohumlardır. Kavurucu sıcaklardan, dondurucu soğuklardan sakındığımız, gözümüz gibi baktığımız fidelerimizdir. Büyüdüklerinde ise, emeğimizin meyvelerini toplamak isteriz. İyi bir kariyer, lüks hayatlar, itibar, şan şöhret, bizim ele geçiremediğimiz tepelere dikilmiş tüm o bayraklar bizzat bizim övünç kaynağımızdır. Çocuklarımızın fethettiği her bir tepede, hayat karşısında uğradığımız her bir yenilginin intikamını alırız. Hep içimize attıklarımızın hayakırıklığı yüklü birikintilerini temizleyen çöpçülermiş gibi, beklentiler holdinge yönetici atarız onları. Çünkü çocuklarımıza baktığımızda, mükliyeti bize ait kopyalarımızı görürüz. Gerçek hayatla yüzleşemeyen benliklerimizin, özlemlerimizin, hırslarımızın, zayıflıklarımıza, acizlerimize, kayıplarımıza savaş açan uzaktan kumandalı dublörleridir onlar. Beklenti holdinge yaptığımız yatırımların her bir getirisi, içsel zaferimizdir. Koltuklarımız kabarır, omuzlarımız dikleşir, “iyi çocuk yetiştirmiş” olmanın haklı gururunu yaşar, topluma bir cevher hediye etmenin cakasıyla tatmin olmaya çalışırız. Ebeveynliği asla emekli olamayacağımız bir iş olarak kanıksadığımızdan, denetmenlik, gözetmenlik, vasilik hizmetlerimizin karşılığını haftalık ziyaretler, torunlar, ev ve doktor masrafının üstlenilmesi olarak faturalandırırız.
Nezaketen biz zamiriyle diye kurguladığım bu tablodan bucak bucak kaçtığım için, kurt krizine el atmam kaçınılmaz. Ne kadar sürerse sürsün, ne kadar zor olursa olsun, ne kadar baştan başlamam gerekirse gereksin, ne kadar ayrıntıya girmem gerekirse gereksin, onlara uzun uzadıya mucizeyi anlatacağım. Çünkü onlar bana ait değiller. Çünkü ben onların var oluşlarına elçilik edenim. Çünkü onlar, doğanın bana emanetleri. Onlara eşlik edecek, geldikleri dünyayı izlemelerine, anlamalarına aracılık edecek, günü geldiğinde yollarından çekileceğim. Ve onlar, isimleri gibi akıp gidecekler. Bazen dar bir boğazda sıkışacaklar; bentleri aşmak zorunda kalacaklar. Bazen zirveleri zorlayacak, bazen güneşten mahrum kalacak, yer altına hapsolacaklar; binbir emekle kayaları oyup kendilerine yol açacaklar. Bazen rüzgarla uçacak, bazen taşıdıklarının ağırlığına dayanamayıp yağmur olup toprağı sulayacaklar. Bazen kirlenecek, kendilerini arındırmanın yolunu bulacaklar. Bazen küçük bir gölette paşalık edecek, bazen okyanusta kaybolacaklar. Üreyecek, doğuracak, kollara ayrılacaklar. İsimler değişecek, mekanlar değişecek, nitelikler, nicelikler değişecek ama hep yollarına devam edecek, hep akacaklar. Çünkü hayat böyle bir şey.
Mutfakta ağır bir hava hakim. Nehir ve Irmak, kendi aralarında tartışmaktan vazgeçmiş, kendi düşüncelerime daldığım dünyamdan çıkıp aralarına dönmemi bekliyor sabırsızca. Masanın başında toplaşmış duruyoruz. Üç memeli, bir omurgasız; vakti geldi, hayatı konuşacağız.

HÜR’ce
Şubat 2010