10 Kasım 2011 Perşembe

Gibi...

Duydun mu? Sabahı bir çığlık gibi yırtan bu ses... Sirenler senin için çalıyor. Asfalta çakılmışçasına duruyorum. Kıpırtısız. Haykıra haykıra ağlamak geliyor içimden; gözümden bir damla yaş süzülüyor sadece. Yüzümde akan bir damla asit gibi...

Bekle. Epi topu bir dakika sürecek. Sabırsızlık etme. Baştan sona her şeyi gözden geçirmek için bir dakikam var. Nereden nereye geldiğimizi görmek, utanmak, korkmak, kızmak, özlemek, direnmek, tutunmak, tırmanmak için bir dakika yetermiş gibi...

Dinle bak. Senin de tüylerin diken diken oldu mu? Marşımız çalıyor. Nasıl da haysiyetli, nasıl da kendinden emin, değil mi? Senin bakışların, senin gözlerin, senin sözlerin, senin devrimlerin, senin kararlılığın, senin cesaretin gibi...

Korkma. Aldırma bayrak yarıya indi diye. Onurumuzun, ideallerimizin, milli varlığımızın yerlere indiği şu dünyada, bir günlük, tek perdelik bir gösteri bu. Yarın yine en tepede dalgalanacak; onun altında tek yürek olmayı başarmışız, her şey yolundaymış, ona layıkmışız gibi...

Yürü benimle. Görüyor musun? Her yerde sen varsın. Şiirler senin için okunuyor. Rumeli türküleri senin için çalınıyor. Liderlik dehandan ideallerine, devrimlerinden giyiminle, saç traşınla ne kadar bakımlı bir erkek olduğuna kadar deşebilecekleri her konuda seni anlatıyorlar. Senin gibi olmak, senin yolundan gitmek zor olduğu için tek yapılan bu; sadece övgülerle yaşayabilirmişsin gibi...

Sorma. Kaç kişiyiz, bilmiyorum. Şimdi sadece sen ve ben varız. Sen buruk, ben üzgün. Sen hayretler, ben utançlar içinde. Sen gönlü kırık, ben kanadı kırık. Bugünü yaşayalım ne olur. Sen ölmemiş, ben doğmamış gibi...

HÜR'ce

7 Ağustos 2011 Pazar

En büyük hayal kırıklığım...

En büyük hayal kırıklığımı ne annemin marazi korkusu nedeniyle jimnastik hayatım sona erdiğinde yaşadım, ne de asla bisiklet alınmayacağını öğrendiğimde... Ne uyulması tartışmasız zorunlu kurallar ve yasaklarla kuşatılmış olduğumu anladığımda, ne başarısızlığın anlayışla karşılanabilir bir seçenek olmadığını gördüğümde... Ne ailemin bile sevgisinin bazı şartlara bağlı olduğunu gördüğümde sızladı içim bu kadar, ne onları toprağa verdiğimde yandı canım böyle... Ne kısacık hayatımın 15 yılının her gününü paylaştığım dostum tarafından bir kalemde siliniverdiğimde, ne 485 gün boyunca yolunu gözlediğimce telefonun ucunda terkediliverdiğimde... Ne ihanetler, ne çaresizlikler, ne de çöküşler kırdı kalbimi... Ne hatalarımı yüzüme vurup eğlenenler, ne kusurlarımı içki sohbetlerine meze ederek beni yerden yere vuranlar... Ne tüm haşmetiyle insanları ezen bir plaza katında dolgun bir maaşla çalışmıyor olmak, ne yıllarımı verdiğim mesleğin beni limon kabuğu gibi sıkıp atması... Ne emeklerimin beş para etmemesi, ne çabalarımın değer görmemesi...

En büyük hayal kırıklığımı şimdi, hayatımın ilk baharına veda ettiğim, “olgunluk” çağına girdiğim, pek çok şey için artık “çok geç” olduğu bu dönemde yaşıyorum.

En büyük hayal kırıklığım, insanlara onların beklediği, istediği gibi biri olamayacağını kırmadan, incitmeden anlatabilmenin yollarını arayarak geçirdiği onlarca yılın ardından, aslında kim olduğunu unutmuş birine dönüşmüş olduğumu görmek. Hayata nasıl kafa tuttuğuna, nasıl ayakta kaldığına, nasıl yürüdüğüne, nasıl koştuğuna, nasıl coştuğuna, nasıl mutlu olduğuna dair tüm kayıtları silinmiş biri olmak... Çevresini memnun etmek, onlar tarafından kabul edilmek için didinip "çevresiz ve çerçevesiz" kalmak...

Aklımdan neler geçerdi? Neler yapmak isterdim? Hangileri çocukça hayallerdi, hangilerini gerçekleştirebilirdim? Neleri severdim, neleri sevmezdim? Nelere ulaşmak isterdim, nelerin üstüne giderdim, nelerden kaçardım? Neleri umursamazdım, neler karşısında sarsılmazdım? Nelere boyun eğmezdim? Tökezlediğimde nasıl muzipçe gülerdim? Düştüğümde nasıl bir şey olmamışçasına kalkıverirdim? Ben kimdim, nasıl biriydim ki bu kadar değiştirmek istemişlerdi? Koşulsuz sevgimi, sarsılmaz sadakatimi, kayıtsız neşemi, çokcuksu merakımı ve ilgimi, tükenmez enerjimi ne ya da kimler uğruna feda etmiştim? Ve artık kimse benimle uğraşmadığına, beni dönüştürmek için bir şey yapmadığına göre, ne zaman ve nasıl değiştim?

En büyük hayal kırıklığımı, bugün, kendime bakınca yaşıyorum: Savaşmak yerine köşesine çekilen, anlatmak yerine susmayı seçen, “ben” zırhıyla öne çıkmak yerine “sen bilirsin” ya da “fark etmez” kalkanı arkasına geçen, hayattan elini eteğini çekmiş, isteklerini kaybetmiş, umudunu yitirmiş, yaşamın içinde amaçsızca adımlarının peşi sıra sürüklenen, ipin ucunu bırakmış, kabullenmiş, razı olmuş bu kadını gördüğümde...

Aslında en büyük dehşetimi yaşıyorum: Hayal kırıklığının gerçekte ne anlama geldiğini gördüm bugün. O karanlık kuyunun dibinde oturmuş çıkış yolu bulmak ümidiyle gün ışığını ararken ve yaşam savaşı veren içimdeki çocuk son bir çırpınışla elimi yakalamışken kavradım hayal kırıklığının canlı canlı gömülmekten farksız olduğunu. Ömrümün yarısını boşuna harcadığımı fark ettiğim bugün gördüm ki, hayatı yaşanır kılan, ona anlam katan şey, birilerini memnun etmek uğruna kendini örtbas ettiğin için değil; kendin olma cesaretini gösterebildiğin için sevilmek. Kabullenmek değil, belirlemek, seçmek, tercih etmek ve üstüne gitmek. Birilerinin senin yanında olması için ya da arkanda kimseyi bırakmamak adına beklemek, duraklamak değil; yolda mutlaka birileriyle karşılaşacağını bilerek ilerlemek, kendi adımlarınca yürümeye devam etmek.

Çünkü en büyük hayal kırıklığı, en büyük dehşet yani gerçek yalnızlık, kendini terk ettiğin gün başlıyor.

HÜR'ce

14 Mart 2011 Pazartesi

Camdan atlayasım var!

Aklımın ucundan bile geçmedi atlamak. O kadar şiddetli sallantıya eşlik eden bir o kadar büyük bir şaşkınlık ve korkuya rağmen, hiçbir zaman seçeneğim olmadı pencereden fırlamak ve kendimi boşluğa bırakmak. Elbette bu seçenek yoksunluğunun altında, uzun yıllardır bahçe katında yaşıyor olmanın payı vardır. Belki, hayata bağlılık sorunu yaşıyorumdur ve hatta intihara meyilliyimdir. Ancak tahminimce, yani yurdumun her on necip insanından en az altısının, 3,5-4 büyüklüğündeki sarsıntılarda bile kendilerini camdan aşağı bıraktığını göz önünde bulundurunca, en büyük eksiğim zekâ yoksunluğu. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini de bizzat deneyimlemiş, depremin hemen sonrasında enkazı gezmiş olduğumu itiraf edersem, akılsızlığımın boyutlarını netleştirmiş olurum sanırım.

Çökme ve yıkılma riski çok yüksek binalarla dolu bir şehrin, yaş ortalaması 40 olan binalardan müteşekkil bir semtinde, Allah’a emanet yaşayan biri olarak, bu kadar basit bir hareketi akıl edemeyişimin başka açıklaması var mı? Kendimi dışarı atınca kırıklardan, incinmelerden ve hatta muhtemel bir kalıcı sakatlanmadan kaçamayacağımı, birbiri ardına yıkılan binaların üzerime yağacak döküntüleriyle ciddi biçimde yaralanabileceğimi, ilk yardım ve kurtarma konusunda insanları çekiştirmek ve kaktırmak dışında bilgisi bulunmayan bir toplumda, bana kalan işe yarar parçalarımı da kurtarıcılarımın ellerinde heba etmek zorunda kalabileceğimi hesaplamış olabilir miyim? Belki de, kaotik ortamlarda en büyük tehlikenin paniğin kendisi olduğuna dair temelsiz bir inancım vardır. Depremde alınması gereken önlemler hakkında bilgi veren “sözde uzmanlar”a kulak vermişliğim de olabilir.

Ekranımdan bana bakan haber karşısında derin düşüncelere dalmış durumdayım. NTV haberinin baş kahramanı, Japonya’da meydana gelen 8,9 büyüklüğündeki deprem sırasında ülkede bulunan Türklerden İSK (yaş kim bilir kaç), deprem sırasında yaşadıklarını anlatmış: “Ben Tokyo’ya 20 kilometre uzaklıktaki Tayitama eyaletinin Toka şehrinde oturuyorum. İlk sarsıntı sırasında evdeydim. Bayağı bir şiddetliydi. Kendimi camdan dışarı attım. Fakat uzun sürdü, hemen kesilmedi. Biraz sakinleşir gibi olunca tekrar eve girdim. Ama ikinci kez bir sarsıntı oldu, ben yine camdan atladım.”

Takdir edersiniz ki, ziyadesiyle gerginim; kendim için endişeleniyorum; akılsızlığıma hayıflanıyorum. Söz konusu kardeşimizin, Türkiye’deki büyük depremlere şahit olduğuna ve o korkunç dehşeti yaşadığına, ruhuna yapışan korkunun esiri olduğuna ve ülkesinden binlerce kilometre uzakta, dünya tarihinin en büyük depremlerinden birine de yakalanan bir bahtsız bedevi olduğuna dair bir öykü uyduruyorum kafamda. İçimi rahatlatmak ve tabii uydurduğum öyküyü inanılır kılmak üzere Japonya haritalarına bakıyorum. Amacım, adamın yaşadığı yeri bulmak, depremin merkez üssüne yakınlığını görmek. Hani çok yakın bir mesafede bu kaosa tanıklık ettiğini görecek ve kendi akılsızlığıma geri döneceğim. Ama ne yazık ki, yaşadığı yeri bulamadığım gibi, talan ettiğim sanal alem de, Japonya’da atlayan tek kişinin Türk olmasına dair fıkra niteliğinde haberlerle çalkalanıyor.

Bu duruma fena halde canım sıkıldı. Kahramanımızı haklı çıkaracak tek bir ipucu bile yakalayamadım. E niye uğraşıyorsun be kadın, diyeceksiniz. Bir deprem ülkesinde yaşıyoruz. Binalarımızın üçte biri ruhsatsız, üçte biri yaş haddinden emekliliğini bekliyor, üçte biri de hayata ince demirlerle tutunmaya çalışıyor. İnşaat sektörünün büyük kısmının adının çıkmasına yol açan müteahhitler mafya kıvamında çalışıyor. Ne de olsa, çok veren maldan, az veren candan. Jeologlar, deprembilimciler, şehir planlamacıları, belediyeler, mimarlar, mühendisler sessiz sinema oynuyor (Esasen ülkemizde hem uzman kıtlığı yaşanıyor, hem de mevcut nadide uzmanların da sesi soluğu duyulmuyor.). İnsanlarsa, derin bir tevekkül içerisinde Allah korusun’a bulanmış, bir sorundan kurtulmanın en kesin çözümü olarak unutmayı, görmezden, bilmezden gelmeyi seçmiş durumda. Eh, bu şartlar altında, deprem kapıyı çalınca yapılacak tek şey de camdan atlamak. Zaten İSK kardeşimiz de muhtemelen Japonya’da yeni; alışık değil sağlam binalara, planlı yaşama, düzenli harekete. Yurdunda ne gördüyse onu uyguluyor. Hem yaklaşık 44,5 milyon insan (74 milyonun % 60’ı) yanılıyor olamaz.

Siz siz olun, hiç İSK’ya gülmeyin, alay etmeye kalkışmayın. Eğer siz de benim gibi camdan atlamayı hiç düşünmediyseniz, söyleyeyim, aptallık bizde. Bunu bir düşünün.

Haydi bana müsaade. Balkona çıkıp atlama talimi yapmam gerek. Bu sefer giriş katındayım. Biraz idmanla bu işi kıvırabilirim diye düşünüyorum. Türküm, doğruyum, atlarım.

HÜR'ce

26 Şubat 2011 Cumartesi

Göze almak gerek!

Günlerdir bu konu konuşuluyor. Aslında yıllardır demek daha doğru. Bir filmin tekrar çevrimlerini izlemek gibi bir şey bu. Kadın ne yapmalı, ne yapmamalı başlıklı bu konu, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyor. Bizler de hop oturup hop kalkıyor, beylik söylemlerle tartışıyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor; kimi öfke kusuyor, kimi lanetliyor, kimi şaşırıyor, kimi korkuyor, kimi alkışlıyor... (Bu çok sesliliği seviyorum.) 2011 yılı itibariyle, her ne kadar gündemin ilk sıralarında yer alması abes gibi görünse de, toplu bir cinnetin eşiğindeyken kesinlikle üstü örtülemeyecek bir mesele. Aslında konuşulması, zıt fikirlerin ortaya dökülmesi, özünün aydınlatılması, çözüme kavuşması ve açık, yalın, belirgin bir davranış biçimiyle buluşturulması gereken birçok konudan biri bu.

***

10 Ağustos 1997 gecesi, Gaziantep’te ünlü Güllüoğlu dükkânına kapıyı kırarak giren ve baklava ile antepfıstığı çalan dört çocuğa 9 yıl hapis cezası verildi. Ancak çocuklardan üçü olay tarihinde 18 yaşından küçük oldukları için cezaları 6 yıla indirildi.

8 Aralık 2001’de, lise çağındaki 3 çocuk; çokokrem, çikolata ve bisküvi çaldıkları gerekçesiyle tutuklandı ve haklarında 8 yıl hapis cezası istemiyle dava açıldı.

19 Ocak 2008’de, Erzurum’da simit çalan iki çocuğun 8 yıl hapis istemiyle yargılandıkları haberi yerini aldı medyada. Çocuklar 8 yaşındaydı.

***

18 Mart 2010 akşamı saat 20.00–20.30 sularında, ders çalışmak üzere arkadaşının evine giden bir üniversite öğrencisi 2 erkek tarafından bir beyaz pick-up ile kaçırıldı, tecavüze uğradı. Yakalanan ve tutuklu yargılanan iki sanığın yapılan 3. duruşmasında, 2 kadın 1 erkek üyeden oluşan mahkeme heyeti, tecavüz eylemi dosyadaki deliller ile sabit olmasına rağmen, sanıkların tutukluluk sürelerini dikkate alarak ve dosyanın İstanbul Adli Tıp Kurumu'ndan dönüşünün uzun süreceğini gerekçe göstererek 2 sanığın tutukluluk hallerini kaldırdı.

2003 yılında Mardin'de 12 yaşındaki bir kız çocuğu, yüzbaşı, kaymakamlık yazı işleri müdürü, ilköğretim okul müdür yardımcısı ve mahalle muhtarının da aralarında bulunduğu 28 kişinin tecavüzüne uğradı. 26 tutuklu sanığın yargılandığı davanın ilk duruşması Mardin Ağır Ceza Mahkemesi'nde 24 Şubat 2003 tarihinde yapılan "gizli" celse ile başladı. "Irza geçme ve küçük yaşta alı koyma" suçundan mahkeme karşısına çıkan sanıklara 4. duruşmada tahliye çıktı ve serbest bırakıldı.

2007 yılının Haziran ayında, Muğla’da yaşayan bir kadın, tecavüz ve işkenceye maruz kaldı. Kadın, kendisine tecavüz ettiğini söylediği 8 kişiyi teşhis etti ve suç duyurusunda bulundu. Ancak savcı, "kovuşturmaya yer olmadığına" karar verdi, yapılan itirazları da kabul etmedi. Kadının hukuk savaşı halen sürüyor.

***

Türkiye'de her 4 saatte bir tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu işleniyor. Fiziksel ve cinsel şiddet merceği altında bakıldığında, suça maruz kalan kadın oranı %41,9. Taciz, tecavüz, çocukların istismarı, reşit olmayanla ilişki gibi cinsel suçlar için 2006 yılında 18 bin 625 erkeğe dava açıldı. Aynı suçlardan 2007 yılında 18 bin 191 erkek, 2008de 22 bin 243 erkek sanık sandalyesine oturdu. Suçların polise bildirilmemesi ya da “bir şekilde” kayıt altına alınamaması istasistiklerin kesinliğini baltalayan en büyük etkenler. Polis kayıtlarına girmeyen, adli takibat altına alınamayan bu suçlar karanlıkta kalıyor.

Yaşanan ve ortaya çıktığı dönem adeta toplumsal travmaya neden olan kadına yönelik tecavüz, çocuklara yönelik cinsel istismar gibi vakalar, kararsızlık, çözümsüzlük, takipsizlik gibi nedenlerle, adliyelerin tozlu raflarında unutulmaya terk ediliyor.
Çünkü söz konusu vaka tecavüz ya da taciz olduğunda eylemin iki tarafına bakılıyor.

Peki bu ne demek? Suçun tecavüz olarak adlandırılabilmesi için, mağdurun açık bir dille isteksizliğini belirtmesi yani itiraz edip karşı koymuş olması; olay anında tahrik edici kıyafet ve davranış içinde bulunmaması gerekiyor. Aynı ortamda, baş başa bulunan bir kadın ve erkek arasındaki saldırı suçlaması, hele de işin içinde dekolte kıyafet ve alkol varsa, tecavüz sınıfına girmek konusunda baştan kaybetmiş sayılıyor. Sokakta hasbelkader göz göze gelmek, mahalleden, okuldan ya da işten tanıyor olmak ve nezaketen selam vermek, bir soruyu yanıtlamak ya da yardımcı olmaya çalışmak üzere diyaloğa girmek ise, kadının isteksizliği konusuna ağır şüphe düşüren unsurlar.

***

Dişi köpek kuyruk sallamazsa, erkek köpek peşinden gitmez. Bu deyiş, sanılanın aksine sadece Türk toplumuna özgü değil. İnsanlığın evriliş ve devrilişlerle şekillenen antropolojik öyküsü, binlerce yıllık tarih sahnesinde boy göstermiş hemen her toplumun replikleri arasında rastlayabileceğiniz bu vargının, dünya genelinde hüküm sürdüğünü gösteriyor.

Hikâye özetle şöyle: Erkeğin tarım ve avcılıkla rüştünü ispat edip kadına karşı üstünlüğü ele geçirmesini sağlayan bedensel gücü, cinsel açıdan zayıflığını yani cinsel dürtü karşısındaki zaafını meşrulaştırıyor. En başından beri, erkeğin kadın karşısındaki zaafiyeti konusunda uyarılarda(1) bulunan dinsel öğretiler de, kendilerini yetkili addeden aracılar sınıfının dilinde keyfiyetle yorumlanıp dönüştürülerek, kadının zayıf, aciz ve değersiz yaratık olduğu teziyle yangını körüklüyor. Çalışan, besleyen, doyuran, savaşan, koruyan, tohumlarını saçarak üremeyi yani yaşamın devamlılığını sağlayan erkek, doymak bilmez açlığını gidermek üzere istediğini alma hakkına sahip oluyor. Sormasına, izin istemesine gerek kalmadan. Herhangi bir kimsenin, bir başkasının taşınabilir malını (bedenini, ruhunu), mal sahibinin (kadının) rızası olmaksızın kendisine ya da bir başkasına yarar sağlamak (cinsel tatmin) maksadıyla bulunduğu yerden alması yani hırsızlık, yaratılışın erkeğe tanıdığı doğal bir hak olarak nesilden nesile aktarılıyor. Hal böyle olunca, ortaya çıkan vahşet tablolarının sorumlusu aranıyor; yanlış anlaşılmanın başlangıç noktasına dönülüyor; kutsal kitaplar didikleniyor ve her hâlükârda parmaklar kadını işaret ediyor.

Bu kurguda aksayan, atlanan, göz ardı edilen en önemli nokta ise, bu aciz ve değersiz varlıkların iffetlerini koruma zorunluluğu, yani erkeğin irade ve özdenetim dışı oburluğunu kontrol altında tutma yükümlülüğü. Cinselliğiyle güdümlü erkek, deyim yerindeyse fitil elinde gezerken, kadın bu fitili ateşleyecek her türlü uyarıcı hareketten kaçınmak zorunda. Bedenen ve ruhen erkeğin dikkatini çekecek şekilde tasarlanmış olan kadının, sadece kıyafet ve tavırları değil, cildinin rengi, saçı, kokusu ve hatta ayakkabısının çıkardığı ses bile erkeği tahrik ederken, namuslu yani hırpalanmadan sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürebilmesi için sahip olduğu tüm cazibe unsurlarını görüş alanından uzak tutması; saklanması gerekiyor. Çünkü özene bezene yaratılan, bedensel güç ve yalın bir zihinle donatılan, yaşamın devamlılığını sağlayan erkek, bir kaburga parçasına yenik düşüyor.

İşte tam olarak da bu nedenle, gündemde deprem etkisi yaratan “Dekolte giyene tecavüz sürpriz olmaz!“ yorumu da sürpriz değil. Çünkü açık ve seçik olarak ifade edildiği üzere, erkek cinsi, kadın gördü mü dayanamaz; nefsine hakim olmaktan acizdir ve yaratılıştan gelen bu tasarım hatası nedeniyle yaptıklarından dolayı suçlu bulunamaz. Bir nevi dinsel 46 raporu yani(2).

***

Hemen her gün gündemde “şok” etkisi yaratan tecavüz, taciz, namus cinayeti haberlerine bakıyor; “yozlaşan” hristiyanlar karşısında “gururla” müslüman kadının vecibelerini sayıp döken din tacirlerinin fetvalarını dinliyor ve yiyecek çaldıkları için hapis yatan çocukları düşünüyorum. Ailelerinin maddi durumu yetersiz olduğu için okuyamayan, karınlarını doyuramayan, çalışacak iş bulamayan, iş bulsa bile kazandığı parayı olduğu gibi ailesine teslim etmek zorunda kalan, aç ve cahil çocukları.

Kanun, zorla aldıkları için onları affetmedi ve “hayır”, dedi; “vitrinden size ne kadar göz kırpsa da, ne kadar güzel, nefis, leziz görünse de, açlıktan guruldayan midelerinizi ne kadar ‘tahrik’ etse de, size ait olmayan şeyi, sahibinin haberi ve rızası olmadan almaya hakkınız yok. Bu yaptığınız, bir haksızlık, dolayısıyla da bir suçtur.”(3). Karar çok kısa bir sürede, tartışmasız bir şekilde verildi; ceza kesildi; suçu işleyen çocuklar, yaptıkları hatadan ders almaları için parmaklıklar ardına gönderilerek toplumdan dışlandı.

Oysa, dehşetle yumulmuş gözlerden akan yaşlara, yalvaran ağızlardan dökülen feryatlara aldırmadan o çocuğa, o genç kıza, o kadına tecavüz eden; onların bedenlerini, ruhlarını, yaşamlarını çalan adamlar, hani neredeyse yaptıkları caizmişçesine serbest bırakıldılar. Sebebiyet vermekten hüküm giyip utanç parmaklıkları arasına hapsedilerek toplumdan dışlananlarsa kurbanları oldu.

Acaba hapis yatan o çocuklar, ne koşulda olursa olsun, sahibinin rızası olmadan herhangi bir şeyi almalarının yanlış, kötü ve çok zarar veren bir davranış olduğunu anlamışlar mıdır? Yoksa, onların da benim gibi, neyin sorgusuz sualsiz alınıp, neyin katiyen alınamayacağı; kanunların ve toplumun neye göz yumup, neye kesinlikle hoşgörü göstermeyeceği konusunda kafaları karışmış mıdır?

Görünen o ki, bu toplumda kadın olarak yaşarken, ne giymiş olursak olalım, sokağa çıktığımız, insanların arasına karıştığımız, birileriyle selamlaştığımız ya da sohbet ettiğimiz, yiyip içtiğimiz müddetçe kurban olma riskini göze almamız gerekecek.



(1) Tevrat, İncil ve Kur’an’da, kadının kapanması, başını örtmesi, kendini erkekten sakınması gibi hususlarda detaylı açıklamalarla desteklenen hükümler bulunuyor.

(2) TCK’mızın 46. maddesine tabi olunduğunu gösteren resmi rapor. (Fiili işlediği zaman şuurunun veya harekatının serbestisini tamamen kaldıracak surette akıl hastalığına düçar olan kimseye ceza verilemez.)

(3) TCK’mızın 141. maddesine göre hırsızlık, Malvarlığına Karşı Suçlar başlığı altında, “Herhangi bir kimsenin, bir başkasının taşınabilir malını, mal sahibinin rızası olmaksızın kendisine ya da bir başkasına yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden almasıdır.” şeklinde tanımlanıyor. En yalın haliyle 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Tecavüz ise, 102-105. maddelerde(4), Cinsel Dokunulmazlığa Karşı İşlenen Suçlar başlığı altında, “Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığının ihlâl edilmesi” olarak tarif ediliyor. 2 ila 7 yıl arasında değişen hapis cezası öngörülüyor. Eylemin kim tarafından, kime, ne şartlar altında yapıldığına göre de ceza süresi çeşitlendiriliyor ve elbette mağdurun şikayetçi olması, fiilin ıspatlanması gerekiyor.

(4).Yürürlükten kalkmış olan TCK; kadının vücut bütünlüğüne yönelik tecavüz ve taciz gibi cinsel şiddet içeren suçları, birey - insan olarak kadına yöneltilmiş eylemler olarak değerlendirmiyordu. Cinsel şiddet içeren suçların, öncelikle, toplumun, genel ahlak ve adabını rencide ettiğini kabul ediyordu. Bu nedenle de bu tür suçları, ‘Topluma Karşı Suçlar’ başlığı altında ele alıyordu. Yeni TCK, bu yaklaşımı reddederek, cinsel suçlarda korunması gereken değerin, toplumsal ahlak, gelenek ve göreneklerden önce, öncelikle bir insan olarak kadının kendisi ve onun vücut bütünlüğü olduğunu kabul etmiştir. Bu nedenle anılan suçlar, Yeni TCK’de ‘Kişilere Karşı Suçlar’ ana başlığı altına alınmış bulunuyor. Bu suç grubu, yasada, “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” alt başlığı ile yer alıyor. (TCK:102-105)

HÜR'ce